3 Nisan 2013 Çarşamba



ST.PETERSBURG

3 günlük St.Petersburg seyahatimin ardından , şubat ayından beri blog’umda yazı yazmadığımdan dolayı oluşan istekle dolu bir şekilde, bilgisayarımın başındayim yine. İlk kez 2005 yılında Aralık ayında karlar ve buzlar altındayken gittiğim St.Petersburg’a bu kez Mart ayının sonunda gittim ve yine karlar ve buzlar altındaydı. Her ne kadar hava güneşli ve açık da olsa dondurucu soğukları ensenizden içeri üfleyen rüzgarlar yine oranın kuzeyde ve soğuk bir yer olduğunu hatırlatıyordu. Kanallar ve Fin körfezinin kıyıları donmuş buzlar altında, sokakların kenarları erimemekte direnen kar ve buzlar içindeydi. Rehberimizden bol bol gece sadece birkaç saat havanın hafifçe karardığı beyaz gecelerin ve St.Petersburg’un yaz aylarının ne kadar keyifli olduğunu dinlerken, bir dahaki sefere artık yazın buraya gelmeliyim diye içimden geçirdim.
St.Petersburg görebildiğim kadarıyla oldukça düz bir bölgeye kurulmuş, bırakın dağları etrafta tepe bile görmek pek zor. Zaten hikayeside şehrin 1700 yıllarının başında Çar Petro tarafından bataklıklar ve kanallar üzerine kurulmuş olmasına dayanıyor.
St.Peterburg Fin Körfezi'nde Neva Korfezi kıyıları ile Neva nehri deltasında bulunan adalar (42 ada) üzerinde bulunan bataklık bölgesinde kurulmuştur. Bu sehirlesmis adalar arasında en büyükleri Neva Körfezinde doğal Vasilyevsky Petrogradsky ve Dekabristov adalarıdır. Krestovsky, Yelagin ve Kamenny adaları ise park alanlarıdır. Neva nehri bölgedeki en büyük göl olan Ladoga gölünden doğar ve Fin körfezine dökülür. Kaldığım otel’in Vasilyevsky adasında olduğunuda söylemeden geçemeyeceğim. St.Petersburg adaların, kanalların, köprülerin, parkların, heykellerin, müzelerin ve sarayların şehri olduğunu söylemeliyim. Adaları ve ana karayı birbirine bağlayan bu köprüler, baharla birlikte karların ve buzların erimesini takiben kanallarda deniz araçlarının harket etmeleriyle birlikte gece geç vakitten sabaha kadar açılıyorlar ve böylece deniz araçları kanalları kullanarak taşımacılık yapıyorlar. Yani gece geç vakit eğer köprülerin açık olduğu ve trafiğin kesildiği saate rastlarsanız evinize gidemeyebilirsiniz ve beklemek zorunda kalabilirsiniz. St.Petersburg’da hemen her yerde parklar, heykeller, müzeler ve saraylar görmek mümkün. Her ne kadar parklar kar ve buz altında olsa da baharla birlikte yemyeşil olduklarına şüphe yok. Kar ve buza rağmen şehir halkı özellikle hafta sonları kendilerini parklara atıyorlar.
Moskova’ya yaklaşık 750 km mesafede bulunan St.Petersburg kuruluşuyla birlikte 200 sene Rusya’ya başkentlik yapmış ve bir çok kez ismi değişmiş bu sebeple biraz da şanssız bir şehir. Kuruluşuyla birlikte Çar Petro Alman hayranlığınında bir ifadesi olarak şehre Almanca bir isim olan Sankt Peterburg (Aziz Peter – St.Petersburg) ismini vermiş. 1914 Rus iç savaşında "neden şehrimizin adı Almanca" diyenlerinde baskısıyla şehrin ismi Petrograd olmuş, Bolşevik devrimini takiben Lenin’in ölümüyle şehre Lenin’e ithafen Leningrad ismi verilmiş, ve sonunda 1991 Perestroyka hareketi sonrasında şehirde yapılan bir araştırma ile şehir halkı tekrar St.Petersburg ismini almak istediği için şehrin ismi tekrar St.Petersburg olmuş. Ayrıca II.Dünya savaşında şehir Alman orduları tarafından tam 900 gün kuşatma altında tutulmuş, yaklaşık 1 milyon kayıp vermiş ama teslim olmamış, bu süre sonunda geri çekilen Almanlar belkide bu yüzden savaşı kaybetmişler.
5 milyonluk nüfusu ile Rusya’nın en kalabalık şehirlerinden olan St.Petersburg’da oldukça fazla da yabancı yaşamakta ve çalışmakta. Son derece Avrupai bir şehir olan St.Petersburg’a bu yüzden bir çok da turist gelmekte. Benim gibi hava yolu ile gelenlerin yanı sıra yazın ve bahar aylarında deniz yoluyla veya nehir yoluyla özellikle Moskova’dan nehir gemileri ile bir çok turist gelmektedir. Kanalları ile Kuzey’in Venedik’i olarak da anılan şehirde gezip görülecek birçok yer vardır. Çarların uzun yıllar boyunca dünyanın çeşitli ülke ve koleksiyonların topladıkları nadide eserleri görebileceğiniz harikulade Hermitage müzesi bunların en başında gelir. Leonardo Da Vinci’nin, Raffael’in, Rembrant’ın Van Gogh’un, Michelangelo’nun, Renoir’ın Picasso’nun ve başka bir çok dünyaca meşhur sanatçının eserleri bu dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Hermitage’da görülebilir. Hermitage’da ayrıca Çarlık döneminin kabul salonlarını, taht odalarını, savaş araç ve gereçlerini, kılıçlarını zırhlarını, dönemin para, sikke ve mobilyalarını, gravür ve heykellerini de görmek mümkündür. Yaklaşık 3.000 odası bulunan Hermitage’daki tüm eserleri incelemenin aylarca süreceğini söylemişti rehberimiz.
Hermitage’ın dışında Yeniden Diriliş Katedrali , Rus Devlet Müzesi, Senato Meydanı, Petergof parkı ve üzerinde bir çok restaurant, cafe, bar, gece kulübü ve alışveriş merkezi bulunan bizim Bağdat Caddesine benzetebileceğimiz Nevsky caddesi görülmesi gereken yerlerdir. Nevsky caddesi üzerinde yemek yerken varyete ve dans şovları izleyebileceğiniz turistik restaurantların da olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Nevsky caddesinde geleneksel Rus kalpaklarından, Matruşkalardan (iç içe geçmiş boyalı tahta Rus bebekleri), kehribar takılardan alabilirsiniz. Bazı dükkanlara Türkçe bilen ve Türk Lirası alan tezgahtarlar görürseniz şaşırmayın derim.
 Böylesine güzel ve turistik olan bir şehre ne yazık ki şu anki Pulkova havaalanı hiç yakışmamaktadır. Küçük bir taşra kasabası havaalanı boyutlarında ve oldukça eski olan havaalanı ne yazık ki ihtiyaçları karşılamamaktadır. Az sayıda check-in kontuarı, yine az sayıda bagaj bantları, yetersiz ve dar free shop’ları ile beklentileri karşılamamaktadır.  
Şehrin kuruluşuna biraz daha detaylı bakarsak , 1703’de Çar Büyük Petro (bizdeki adıyla Deli Petro) tarafından İsveç’ten savaş yoluyla geri alınan bataklık ve kanallar ile dolu olan bölgenin islah edilmesiyle kurulmuştur. Çar Petro şehrin kuruluşunda ihtiyacı olan insan gücünü Rusya’nın köylülerinden sağladı. Binlerce köylü şehrin kuruluşunda çalışmaya mecbur edildi. Kaçanlar, ölenler yüzlerce, binlerceydi. Önce bugün Peter veya Paul kalesi olarak bilinen kale yapıldı ve daha sonra şehir bu kalenin etrafında büyümeye başladı. Petro taştan binalar hayal ediyordu, bu hayalini hızlı biçimde gerçekleştirmek için tüm Rus taş ustalarının St.Petersburg’a gelmesini ve çalışmasını emretti. Rusya’da St.Petersburg dışında taş bina yapmak yasaklanmıştı. Kentin mimari kimliğinde ise ağırlıklı olarak İtalyan mimarların imzası vardır. İtalyan mimarların Avrupai tarzdaki sarayları görülmesi gereken yerlerdir. Bu saraylar bugün ağırlıklı olarak devlet dairesi olarak kullanılmaktadır. Kanalları süsleyen bu yapılar insanın aklına Budapeşte, Prag gibi şehirleri de getirmektedir.
Rus mutfağının klasik yemeklerine St.Petersburg’da rastlamak çok olası. Borç çorbası ve türevleri, lahana, patates, dana ve balık eti bol miktarda bulunuyor. Şarap, Votka bol tüketilen içkiler. Siyah çay, yeşil çay ve bitki çaylarıda özellikle yemek üstüne rağbet gören içecekler arasında. Aç kalmadan yiyecek bir şeyler bulmak mümkün diye düşünüyorum. Ancak gerek restaurantlarda gerek otellerde hizmet kalitesi oldukça düşük. Batı Avrupadaki hizmet standartlarına göre St.Petersburg oldukça geride.
Sevdiklerinizle birkaç günlük bir seyahat için ideal bir şehir olduğunu düşündüğüm St.Petersburg’u yazın gezmenizi önerir, sağlıklı , başarılı, mutlu ve huzurlu günler dilerim.