26 Mayıs 2012 Cumartesi


BERLİN

Bu güne kadar Berlin’e kaç kez gittiğimi bulmaya çalıştım, sanıyorum bu seyahatimle 6.kez diğer Alman şehirlerinden oldukça farklı olan bu tarihi başkenti ziyaret etmiş olacağım. Belki bugüne dek Berlin hakkında başka kaynaklarda yazılar okumuş olabilirsiniz, bu seferde başka bir açıdan bakarak yazmaya çalışacağım benim “Berlin” yazımı umarım beğenirsiniz.

Çocukluğuma geri dönüp hafızamda Berlin hakkında neler hatırladığımı düşünmeye başladığımda aklıma ilk gelen Soğuk Savaş dönemlerinde çekilmiş o kaçış filmleri ve filmlerdeki Berlin oldu. Batı ve Doğu Berlin arasındaki o sevimsiz, soğuk, insanı ürperten, diğer taraftan utandıran, üzen ve düşündüren o meşhur duvar ilk aklıma gelen obje oldu. Bir şekilde duvarı aşıp Batıya geçmeye çalışan insancıkların hüzünlü, kederli öyküleri aklıma geldi. Ne çeşitli yöntemler ile geçilmeye çalışılan o duvar uzun yıllar boyunca kimi insanlara özgürlüğü getirirken, kimilerinin de hayatına mal olmuştur. Duvarı şu anda yıkılmadan önceki üzerinde grafiti ile yapılmış resimleri ile ve yıkılırken üzerinde ellerinde balyozlar olan insanlar tepinirken, kopan duvar parçalarını hatıra olarak saklamak üzere toplayan insanlar ile hatırlıyorum. Birde o dönemi anlatan filmlerde sıkça adını duyduğum Checkpoint Charlie vardı. Berlin seyahatlerimde birçok turist ile beraber ziyaret etme fırsatı bulduğum Berlin’in bölünmüş olduğu dönemdeki en meşhur Doğu-Batı geçiş noktası. Aslında Berlin’de Helmstedt’de Alfa ve Dreilinden’de Bravo geçiş noktalarıda olmasına rağmen filmlerde hep Charlie geçiş noktasından bahsediliyordu. Checkpoint Charlie Doğu-Batı trafiğinin en yoğun olarak gerçekleştiği bölgeydi , şu anda orada orjinali bir müzede olan kontrol kulübesinin bir taklidi bulumaktadır. 

Batı ve Doğu Almanya’nın daha birleşmediği zamanlarda, Interrail, yani tren ile Avrupada gezmek için plan yaparken, vize almak için ilk Batı Almanya konsolosluğuna başvurmuştum. O zamanlarda bugünkü gibi Schengen anlaşması olmadığı için, vizeler her ülkeden ayrı ayrı alınıyordu ve bu birçok ülkeyi kapsayan bir tren gezisi yapmak isteyen benim gibiler için konsolosluktan konsolosluğa bir yarış, evrak toplama, evrak teslim etme, sorulara cevap verme ve dert anlatma ile geçen uzun bir çalışma anlamına geliyordu. Bugünlerde olduğu gibi o zamanlarda da Batı Almanya vizeyi en zor veren ülkelerin başında geliyordu ve Interrail yapan tüm arkadaşlarım pasaportta Almanya vizesi olduğu zaman diğer ülkelerin vizeyi daha kolay verdiğini söylüyorlardı. Bende tavsiyeler uyarak ilk vizeyi Batı Almanya’dan almıştım ve vizenin üzerinde incl.Land Berlin yani Batı Almanya ve Berlin’in Batı tarafını kapsadığı yazıyordu. İşte bu benim Berlin ile tanışmam için ilk fırsat olmuştu. Interrail esnasında gezerken İtalya, Fransa, Yunanistan gibi ülkeler nedense daha cazip geldiği için Almanya’ya geçmeden seyahati tamamlamış ve Berlin’i görme şansımı üniversite öğrenciliğim sırasında bu şekilde kaybetmiştim.

Çalışma hayatına atıldıktan sonra yazımın başında da belirttiğim gibi birçok kez Berlin’e gitme imkânım oldu. Berlin’de şu anda çalışan iki havaalanı var, şehrin kuzeyinde Tegel ve güneyinde Schönefeld havaalanları. Ne yazık ki ikiside bence Berlin’e yakışmıyor. Türk Hava Yolları Tegel’e uçtuğu için orayı daha iyi biliyorum. Küçük, dar, sevimsiz, basık, insana ferah ortamlar sağlamayan, vakit geçirecek olanaklar sunmayan, biniş kapıları dar, pasaport kontrol noktaları yetersiz bir havaalanı olarak görüyorum Tegel’i. Schönefeld’den hiç uçmadım ama havaalanı dergilerinden gördüğüm kadarıyla daha küçük ve yetersiz bir havaalanı izlenimine kapıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Bir de 2008 yılına kadar kullanılan ve o yıl kapatılan Tempelhof havaalanı vardı. Sanıyorum bu konuda böyle düşünen tek insan ben değilim. Çünkü Berlin’ e yakışan yeni ve büyük havaalanının inşaatı neredeyse bitti. Yeni havaalanının adı Brandenburg Will Brandt havaalanı olacak. Brandenburg havaalanı açılınca diğer ikisi kapanacak. Yeni havaalanının açılışı öncesi oradan deneme uçuşları, deneme yer hizmetleri çalışmaları yapılıyordu ve binlerce gönüllü yolcu yer alıyordu. En son Berlin ziyaretimde açılışı 03 Haziran 2012 olarak planlanan yeni havaalanının yapılan bazı testlerde yeterli sonuçlara ulaşmamasından dolayı, 2012 yazında açılmayacağı ve açılışın 2013 yılına kaldığını öğrendim. Yeni havaalanı ile tanışmak için gelecek seneyi bekleyeceğiz anlaşılan.

Berlin şu anda 3,5 milyonluk nüfusu ile Almanya’nın en kalabalık şehridir. Bu nüfusun içinde yaklaşık 200.000 Türk Vatandaşımızda bulunmaktadır. Tüm Avrupadaki ve Almanyanın kendi içindeki en kalabalık Türk nüfusu Berlinde bulunmakta ve Türk nüfus Berlin’de Kreuzberg bölgesinde toplanmaktadır. Tahminlere göre Kreuzberg’in yaklaşık yarısını Türkler oluşturmaktadır. Bu yüzden orada Bistro Antalya, İstanbul kebap, manav, bakkal gibi dükkanları,  camları buhardan buğu yapmış içerde çay karıştıran kağıt oynayan insanlarıyla Türk kahvelerini görmek mümkün olmaktadır. Beyaz peynir, siyah zeytin, sucuk almak için Berlin’de gidilecek yer Kreuzberg’dir.

Meşhur duvara ne oldu diye soracaksınız eminim, duvar şu anda artık sadece çizgi olmuş durumda. Taksi ile Berlin’de biraz dolaşırsanız hele de, bulmanın hiç zor olmadığı bir Türk şoför bulursanız sizi duvar veya şu anda ondan geriye kalmış olan çizgi boyunca gezdirebilir. Halen bazı yerlerde duvardan geriye birkaç parça bırakılmış durumdadır. Buralarda meraklı turistler gelip duvarın kalmış parçaları önünde fotoğraf çektiriyorlar, belki o esnada onlarda benim gibi Doğu Almanya zamanında Doğu Berlin’deki soluk ışıklı sokakları, mutsuz insanları, kaçışı, özgürlüğü, kurtuluşu düşünüyorlardır.

Tabi bölünmüş Berlin’i canlı olarak görmediğimden o dönemi yaşamış insanlardan duyduğum hikâyeleri bugünkü Berlin’i de görerek kafamda birleştirip tahliller yapmaya çalışıyorum. Ufak bir kahvede akşamüstü filtre kahve içip elmalı tart yerken gözüm köşede duvarda yukarı asılmış olan plazma TV’ye takıldı. Hitler Berlin’de muhtemelen İkinci Dünya Savaşı başlarında yapılan bir askeri geçidi izleyip etrafa selamlar veriyordu ve halk da askerlerde onu aynı şekilde selamlıyordu. Yanımdaki ufak masada birkaç alışveriş torbası ile oturan ve önündeki kahvesini yavaş yavaş yudumlayan en az 80 yaşında olduğunu ve üzerindeki kıyafetlerden pek de varlıklı olmadığını tahmin ettiğim kadın dönüp bana televizyonu gösterip, o gün bende oradaydım ve bu adam bizleri mahvetti anlamına gelen birkaç cümle söyledi. Söylediklerini onaylayan bir ifade takınarak önümdeki kahve ve tatlıya döndüm.

Bugüne kadarki ziyaretlerimde Berlin’i hep daha da büyümüş gördüm, halen yeni inşaatları görmek mümkün. Duvar yıkılalı on yılı geçmiş olmasına rağmen halen inşaatlar devam ediyor ve devam da edecek gibi görünüyor. Çünkü halen Berlin’de Doğu Almanya zamanından kalma, şu anda içlerinde oturulmayan, dış cepheleri asbest ihtiva eden bir malzeme ile kaplanmış olan sosyal konutlar bulunuyor. Hükümet bu konutları çoktan boşaltırmış, bu sosyal konutlar şimdilerde yıkılmayı ve yerlerine yeni binaların yapılmasını bekliyor. Bölünmüş Berlin dönemini hatırlatan neler var diye sorarsanız, çok da fazla bir şey kalmamış diyebilirim. Halen oturulan yatayda oldukça geniş muhtemelen içinde küçük daireler bulunan büyük Sosyal konutları unutmamak lazım. Bunların dışında ise o zamanki Alexander Platz , Postdam, Tiergarten, Brandenburg ile bugünkü halleri arasında büyük farklar olduğunu düşünüyorum.

Berlin’in merkezinde gezilecek birçok yer var; Reichstag Parlamento binası, Avrupa’nın en büyük hayvanat bahçesi, Postdam, Kurfürstdamm, Alexanderplatz, Brandenburg kapısı, Unter den Linden caddesi, Prusya döneminin güzel yapıtlarından biri olan Charlottenburg Sarayı ve tabii ki Bergama (Pergamon) müzesi ilk anda aklıma gelenler. Bergama müzesi Berlin’de Müze Adası’nda bulunuyor ve 30’lu yıllarda inşa edilmiş. İçerisinde zamanında Türkiye’den çıkartılmış olan Bergama Zeus Sunağı ve Milet’in Pazar Kapısı gibi değer biçilemeyen muhteşem eserler bulunuyor. Eğer Berlin’i ziyaret edecekseniz Bergama müzesine mutlaka uğrayın diyebilirim.

Berlin Spree ve Havel isimli iki büyük nehrin arasındaki kumluğa daha doğrusu o zaman bataklık olan alana kurulmuş ve büyümüş bir şehirdir. Her zaman etrafında su olmuştur. Şehrin neredeyse tümünde nehir kolları görülürken, batısında, güneyinde ve güneydoğusunda büyük nehir kolları ve göller de bulunmaktadır. Bu bölgeler özellikle yazın gezmek ve tatil yapmak için güzel bölgelerdir. Nehir kenarında veya Göl kenarında otellerde konaklamak, nehirde tekne turu yapmak, kürek çekmek, balık tutmak, yelken yapmak ve yüzmek mümkündür. Merkezde geçireceğiniz birkaç günden sonra güney – güneydoğuya doğru giderek Köpenick ilçesinde Mügelsee gölü civarında birkaç gün tatilin iyi geleceğini şimdiden söyleyebilirim.

Berlin ayrıca bana göre Almanya’nın gece hayatında da en önemli şehri. Geleneksel kulüplerin yanında sıra dışı kulüp ve diskotekler görülebilir. Partiler, gösteriler, konserler, fuar ve sergiler ile güçlü bir kültürel yaşam vardır. Meşhur Berlin Filarmoni Orkestrası konserleri, Deutsche Oper’de sergilenen Operalar, Berlin Film Festivali, Jazzfest Caz Festivali ve şehirdeki 170 müze ile kültürel ve sanatsal yaşam oldukça canlıdır.

Yemek ve İçmek konusuna gelince ise Berlin oldukça geniş bir yelpaze sunmaktadır. Şehirde Mısır, Arap, Japon, Çin, Kore, Moğol, Afrika gibi mutfaklara sahip restoranların yanında birçok bistro ve kafede de hizmet sunmaktadır. Güçlü Türk nüfusundan dolayı Türk restoranlarını söylemeye gerek bile yok diye düşünüyorum. Barlarda hem içki içmek hem de yemek yemeninde mümkün olduğu söyleyebilirim.

Berlin’e seyahatin sizi mutlaka memnun edeceğine inanıyorum, seyahati sevenlerin, daha önce gitmiş bile olsa, Berlin’i tekrar seyahat listesine almalarını şiddetle tavsiye ediyor, iyi bir hafta sonu diliyorum

1 Mayıs 2012 Salı

AYAKKABI BOYACILARI

Ne kadar zamandır ayakkabılarınızı sokaktaki boyacılara boyatmadınız? Veya hiç bugüne kadar sokakta ayakkabılarınızı boyattınız mı? Bu soruda ne dediğinizi duyar gibiyim. Bu konuda yazmak nereden aklıma geldi diye sorarsanız, öncelikle hafta sonları özellikle bahar ve yaz aylarında Bağdat Caddesinde vakit geçirmeyi sevdiğimi belirtmek isterim. Hayatım boyunca Kadıköy’de yaşadığım için Bağdat Caddesi benim için yıllardır vakit geçirmek, dolaşmak, yemek, alışveriş yapmak gibi aktivitelerde bir numaralı yer olmuştur. Hafta sonları caddede dolaşırken Caddebostan ile Göztepe arasında yolun sağ tarafında hemen hep aynı yerde ayakkabı boya sandığı ile oturan yaşlı boyacı uzun zamandır dikkatimi çekiyordu. Boyacı önünde büyük bir sandık ve üzerinde küçük bakır kapaklı boya kutularının arkasında küçük taburesinde oturmuş müşteri bekliyordu. Eğer müşterisi ayakkabılarını çıkartarak boyatmak isterse diye bir çift plastik terliği de hazır etmişti. Güzel sandık üzerindeki motiflerle oldukça hoş bir şekilde boyacının önünde yerde duruyordu. Yaşlı boyacının hayat hikâyesini bilmiyorum ama kendi hayal gücümü zorlayarak kendisinin kıt kanaat geçinen, bir veya iki göz gecekonduda kira ödeyen, çocuklarını ki iki veya üç çocuk olabilir, okutmaya çalışan, belki kendi sağlığı belki ev ahalisinde sağlıkları bozuk olan fertler olan, doktor, ilaç konularında sıkıntılar yaşayan yani kısaca hayat mücadelesi içinde yuvarlanıp gitmeye çalışan ve bunları önündeki boyacı sandığı ile insanların ayakkabılarını boyayarak gerçekleştirmeye çalışan biri olarak hayal ettim ve ayakkabılarımı boyatarak ona yardımcı olmak istedim.

Fakat ayağımda spor ayakkabılarım olduğu için boyatma imkânım olmadığını fark edince bir an durup etraftan yürüyüp geçen insanların ayakkabılarına bakmaya başladım. Ne enteresandır ki etrafta hafta sonu yürüyen insanların hemen hepsi ya spor ayakkabı giymişler ya da boyatma ihtiyacı olmayan malzemelerden imal edilen ayakkabıları kullanıyorlar, ve bu yüzdende yaşlı boyacının ne yazık ki hiç müşterisi yoktu. Düşündüğümde gerçekten de artık ayakkabıların değiştiğini, bununla beraber insanlarında değiştiğini fark ettim. Artık aklımıza ayakkabılarımızı sokakta boyamak pek gelmiyor sanıyorum, belki turistik bölgelerde  Sultanahmet, Sirkeci, Çemberlitaş gibi semtlerde turistler sokakta ayakkabı boyatmayı otantik buldukları için veya otellerde yine turistler ayakkabılarını boyatıyorlar olabilir ama tüm Türkiye’de bu şekilde hayatını kazanmaya çalışan büyük küçük o kadar çok boyacı var ki. Evet, sadece büyükler değil, okula gidememiş çocuklar bu şekilde aile bütçelerine katkı yapmaya çalışıyorlar veya okula giden ve okul dışındaki vakitlerinde ayakkabı boyayarak ailesine destek olmaya çalışan yüzlerce binlerce çocuk olduğu pek aklımıza gelmiyor sanıyorum. Bu çocuklar, babaları onlara boyacı sandıklarını getirdikleri zaman kim bilir ne duygularla sandığı alıyorlar. Belki bir kısmı kaderine küsüp, okuyup iyi bir meslek sahibi olup ailesine vatanına iyi bir evlat olma hayallerini en derinlere gömüp, ailesine birkaç kuruş kazandırmak için sokaklara düşerken lanetler okuyacak, bir kısmı da belki en azından bu şekilde para kazanacağı ve ailesine yardım edeceği için mutlu bir şekilde sokaklarda dolaşıp kendine müşteri arayacaktır.

Ayakkabı boyacılarını unutmayalım, onlar hayatımızın birer parçası, onların yurdumuzun dört bir köşesinde hep gördük ve görmeye devam edeceğiz. Fırsat bulduğumuzda ayakkabılarımızı sokakta boyatalım. İnanın mutlu olacaksınız ve kendinizi iyi hissedeceksiniz.

Herkese mutlu, başarılı, sağlıklı bir hafta dilerim.