23 Nisan 2012 Pazartesi

Merhaba,
Mayıs ayında Almanyanın başkenti Berlin hakkında bir yazı yazacağım. Belki birçoğunuz daha önce Berlin'i gezip görme fırsatı bulmuş olabilirsiniz ancak belki ben başka açılar yakalayabilirim, belki sizin göremediğiniz bazı şeyleri görebilirim. Umarım eğlenceli ve ilgi çekici bir yazı olur.
Herkese iyi, başarılı, sağlıklı ve mutlu bir yeni hafta dilerim.

22 Nisan 2012 Pazar

MUTLULUK

Sokaklarda ellerinde arabaları ve büyük torbaları ile çöp konteynerlerinden çöp toplayanlar sizin de dikkatinizi çekiyor mu? Mutluluk başlıklı bir yazıda çöp toplayanların ne işi var diye soranlara tavsiyem yazının sonuna kadar beklemeleridir.

Çöp toplayanlar sizinde dikkatinizi çekiyorsa, ağırlıklı olarak erkek olduklarını ki ben bugüne kadar birkaç kez kadınlarında bu arabalar ve büyük torbaları ile çöp konteynerlerini karıştırarak satılabilecek bir şeyler aradıklarına şahit oldum. Genelde gençler yani 12-13 yaş ile 30-35 yaşları arasında insanlar çöpten satılabilecek bir şeylerin peşindeler, bugüne kadar daha yaşlı insanların bu işi yaptığını ben görmedim. Çöp toplayanların enteresan şekilde arabaları birbirinin aynısı. Arabalar demir boruların birbirine kaynaklanarak oluşturduğu şasi üzerinde yine boruların birbirine kaynağı ile oluşturulmuş durumda. İki büyük ve uzun boru hem torbayı destekliyor, hem de arabayı sürerken direksiyon vazifesi görüyor. Arabanın altında da küçük tekerlekler yardımı ile araba yürüyor. Üstünde kalın ve büyük bir torba var ki toplananlar bu torba içerisine atılarak taşınıyor. Torbanın içi boşken biraz buruşuk duran torba içi doldukça şişiyor, daha fazla malzeme alabilsin diye arabanın sahibi torbanın içine girip ayakları ile malzemeleri çiğneyerek yer açıyor, böylece torba daha fazla mal alabiliyor. Bugüne dek birçok kez torbanın içinde tepinen ve yer açan çöp toplayıcıları gördüm. Dolu ve şişkin torba hemen her seferinde çöp toplayıcından da daha büyük ve iri oluyor, bu durumda koca torbanın üzerinde olduğu arabayı daha ufak tefek birinin çektiği komik bir durumda ortaya çıkıyor.

İstanbul’un yine kasvetli, yağmurun yağıp yağmamak arasında gidip geldiği gri renkli bir kış sabahında, herhalde İstanbul’daki şoförlerin çoğunun yaptığı gibi ana yollardaki ağır trafiğin içinde saatlerce beklememek için yan yollardan ofise doğru gitmeye çalışıyordum. Yavaş yavaş bu yan yollarında hepsinin artık keşif edildiğini ve buralarda da artık yoğun bir trafiğin oluştuğunu görmeye başladım. Etrafta yan yolda olmalarına rağmen trafik yüzünden ağır ağır ilerleyen arabalara ve şoförlerine bakmaya başladım. Hemen herkesin yüzünden düşen bin parça. Sabahları araçların radyolarında dinlenen yüzlerce radyonun eğlenceli, şakalı, fıkralı, müzikli, yarışmalı, ödüllü, reklamlı sabah programları bile insanların yüzünde bir gülümsemeye sebep olamıyordu. İnsanlar sessiz, somurtkan, yorgun be bıkkın bir şekilde trafikte ağır ağır ilerliyordu. Havayı az da olsa değiştirenler ise arabaların şoför koltuklarında oturmalarına rağmen ağır akan trafikte bir taraftan araba kullanırken diğer taraftan makyajlarını yapan kadın şoförlerdi. Soğuk ve kasvetli hava, insanı bezdiren trafik, günlük hayatın sıkıntıları, problemleri, insanların tolerans ve tahammüllerin azalmaları ile beslenen bu hava içinde yolun karşı tarafında iki çöp toplayıcı bir taraftan yüzlerinde müthiş güzel bir gülümseme ile arabalarını koşturarak bir birleri ile yarışıyorlar ve kahkahalar atıyorlardı. Konforlu ve güvenli arabalarımızın sıcak koltuklarında oturup somurtan bizlerin yanında,  ceplerinde belki 3-5 liradan fazla parası olmayan, evlerinde belki sadece sabah yedikleri bayat ekmek, tozlu çay ve kurumuş zeytinden başka yiyecekleri olmayan, belki akşam yemek yiyebilmeleri için gün içinde satılabilir bir şeyler bulup satmaları gereken, belki evlerinde bir sürü yaşlı veya çocuk , hayatında doktor yüzü görmemiş hastaları olan bu iki genç, oldukça mutlu bir şekilde gülerek arabalarını yarıştırıyorlardı, hızlanan yavaşça yandaki arkadaşına bakıyor, biraz geride kalan tüm gücüyle koşuyor ve arabasını koşturuyordu. İşte mutluluk bu dedim, elinde avucunda bir şey olmasa da gülebilmek, eğlenebilmek, arkadaşın ile yarışarak keyiflenmek. Bu çöp toplayıcılara mutluluk nedir diye sorsanız o anda kahkahalar içinde yaptıkları yarıştan bahsetmeyeceklerine dair bahse girmeye hazırım ama benim o anda aklıma ilk gelen “işte mutluluk ” oldu.

Hepinize sonsuz mutluluklar ile dolu bir hafta diliyorum, unutmayın mutluluk aslında hep sizin yanınızda, önemli olan onu bulabilmeniz, görebilmeniz ve hissedebilmeniz.        

20 Nisan 2012 Cuma

TAHRAN

1,5 günlük kısa bir iş seyahati sebebiyle bu güne kadar hiç gitme fırsatı yakalayamadığım İran’ın başkenti Tahran’ı ziyaret etme şansını buldum. Bu kısa gezinin ardından gördüklerimi bu yazıya dökmeye çalışacağım. Bu yazının yine amatörce yazıldığını da hatırlatmak isterim.

Tahran uçuşu öncesi Atatürk havaalanında her zamanki ritüelimin parçası olan CIP salonu ziyaretimi yaptım, saat olarak yemek saati olmadığı için biraz çerez, meze ve içecekler ile idare ettim. Bu arada Orta Doğu’ya uçuşların neredeyse tamamının geç saatlerde olduğunu da hatırlatmak isterim. Tahran uçağının kalkış saati 23.20 idi, başka birçok Orta Doğu uçuş noktasına da uçaklar saat 23.00’den sonra kalkıyor bunun sebebi ne olabilir diye düşündüğümde cevabım “herhalde Avrupa’daki havaalanlarına belli saatten sonra, şehirde oturanlar uçak gürültüsünden rahatsız olmasınlar diye, uçakların inmesine izin verilmediği için” şeklinde oluştu. Böyle olunca da havayolları uçakları daha verimli kullanmak adına gece geç saatlerde Avrupa’ya uçamayınca Doğu’ya doğru uçarak toplam kullanım verimini artırıyorlar. Uçakların sürekli havada olmaları gerekiyor, yerde duran uçak para kazanmadığı gibi para da harcıyor. Bu tabi benim tahminim, başka bir yazıda bu konu hakkında da bildiklerimi paylaşabilirim.

İstanbul-Tahran seferini Airbus 320 tek koridorlu bir uçak ile yaptım, kalkışı rahat bir uçak idi, tabi uçağın boş olmasının da belki bu konuda etkisi olabilir. 3 kişilik koltukta tek başıma olduğum için Ekonomi sınıfı ücreti ödeyip neredeyse Business sınıfı bir uçuş yaptım. Arada 3’lü koltuğa yatıp kestirmek de buna dâhil. Ancak koltuğa uzanınca, yani yatay durumda uçağın titreşimlerini daha fazla hissediyor gibi olduğumu da yazmadan geçemeyeceğim.

İnmeye yakın kabin görevlilerinin anonsu ile rahatsızda olsa uyku uykudur diyerek yattığım koltuktan kalktım ve şaşkınlık içinde Tahran’ın İstanbul ile saat farkı hakkında bilgi veren anonsu dinledim. Kulaklarıma inanamasam da Tahran ile İstanbul arasındaki saat farkı 1,5 saat! Evet, 1,5 saat fark var, nasıl oluyor diye sormayın herhalde bir bildikleri vardır. Ama ne zaman saatime baksam İran saati ile ne oluyor diye hesaplamaya çalışıp durdum 1,5 gün boyunca. İniş esnasında camdan ışık denizi şeklinde gözüken Tahran’a bakarken, ne kadar büyük bir şehir diyerek kendi kendime söylendim, otobanlar, evler, binalar ışıklar içindeydiler. Nüfus ne kadar sorusunu ertesi güne saklayarak inişi tamamladık. Bu arada inince uçaktaki başları açık olan tüm kadınların başlarına şal tarzı örtüler ile yarım örterek uçaktan indiklerini de söylemeden geçemeyeceğim. Tarz olarak bağlamadan kafanın arka tarafına doğru bir şal atarak ve ön taraftaki saçları açıkta bırakan bir şekilde örtünüyorlardı.

Yerel saatle 03.50 de havaalanına inince bir an önce pasaporttan geçip otelinize gidip yatmayı istersiniz değil mi? Ne yazık ki benim için Murphy Tahran’da da beni unutmamıştı, herhalde ilk kez İran’a giriş yaptığım için olsa gerek bir pasaport polisi pasaportumu alıp bir yerleri arayıp Farsça bir şeyler konuştu durdu, bende arada “daha ne kadar bekleyeceğim” tadında bir şeyler sorduğumda da “no problem, please have a seat” diyerek aslında “geç otur kardeşim” dedi. Neyseki yaklaşık 10 dakika bekledikten sonra pasaportumu alıp geliş salonuna indim. Değişik bir uygulama olarak ki çok az havaalanında görmüştüm, inince havaalanından çıkmadan valizlerinizi tekrar bir X-ray cihazından geçiriyorlar, sanıyorum gelenler ülkeye alkollü içki sokmasınlar diye alınmış bir önlemdir diye düşünüyorum. Havaalanından otele araba ile gitmek üzere yola çıktıktan kısa bir süre sonra otobanda hızla ilerliyorduk. Oldukça güzel bir otoban olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Aklımda kalan para gişelerinde daha OGS, KGS gibi sistemlere henüz geçmemiş oldukları ve halen nakit ödeme yaparak gişelerden geçtikleriydi. Saatin sabahın neredeyse beşi olmasından dolayı olsa gerek bomboş otobandan şehre ve kalacağım otele geldik. Çok güzel lüks ve yeni olduğunu tahmin ettiğim bir otel olan Espinas’da check-in yapıp oldukça geniş odama çıktım. Otel bana Ankara’da kaldığım ancak ismini hatırlayamadığım bir oteli hatırlattı. Ankaradaki otel gibi Espinazda da otelin ortası boş bir galeri şeklinde zeminden çatıya doğru yükselirken, odalar çevreye yerleştirilmişti. Otelin ortası boş bir alan idi ve asansörlerin birer kenarı cam olup, otelin ortasındaki galeriye bakıyordu. Sonradan hatırladım, Prag’da kaldığım Hilton otelinde de böyle orta kısım bir galeriydi ama tabi çok daha büyük bir şekilde tasarlanmıştı. 

Tahran oldukça büyük bir şehir, gün içinde şehir dışından çalışmaya gelenler ile nüfusun 14 milyon civarına çıktığı, geceleri ise yaklaşık 10 milyon kişi civarında olduğu söylendi. Kentin kuzeyinde dağlar var, zaten şehrin kuruluşu ilk kuzeydeki dağların eteklerine yapılmış. Güneye doğru devam ettikçe şehir düzleşiyor ki havaalanında güneyde bulunuyor. Sanıyorum şehir büyümesine güneye doğru devam ediyor. Tabi bu kalabalık beraberinde ciddi bir trafik problemi getiriyor, akşamüstünden itibaren yollar dolmaya başlıyor, ağır trafikte kural tanımaz İranlı şoförler biraz bizim gibi yolunu kendi almak için diğer araçlar ile gizli bir yarışa ve mücadeleye başlıyor. Bekleyen, diğer araçlardan yol isteyenlerin ne yazık ki Tahranda şansı yok. Biz böyle trafiğe ve böyle araba kullanmaya alışık olduğumuz için her hangi bir Türk Şoförün Tahranda rahatlıkla araba kullanacağına inanıyorum. Akşamüstü saat beş civarında Tahran’ın güneyine 40 kilometre mesafeli bir seyahat bir saatten fazla sürdü, umarın trafiğin boyutunu anlatabilmişimdir.

Tahran’ın kuzeyi ve güneyi arasında çok büyük farklar var, kuzeyinin zengin ve daha serbest olduğunu söyleyebilirim. Güzel ve lüks apartmanlar, lüks müstakil evler, lüks Alman arabaları, konsolosluk binaları, alışveriş merkezleri, güzel restoranlar Tahran’ın kuzeyinde. Gerek lüks apartmanların, gerek lüks müstakil evlerin önlerinde bahçeler var ve yüksek, gösterişli, büyük bahçe kapıları ile inşa edilmiş. Devrimden önceki adı Pehlevi Caddesi olan ve şimdi adı değişmiş olan güzel cadde iki tarafındaki yüksek ağaçlar ile bana Dolmabahçe caddesini hatırlattı. Bu bölgede ciddi sanat faaliyetleri de yapılıyor. Sinema müzesi, Açık hava güzel sanatlar müzesi gibi yerlerde resim sergileri, kitap sergileri, cafe ve restoranlar birçok kızlı erkekli gençlere hatta sadece kızların olduğu gruplara ev sahipliği yapıyor, buralarda gençler sosyalleşiyor ve hayattan zevk almaya çalışıyorlar. Buralarda cıvıl cıvıl, sanatı seven, okuyan, müzik dinleyen, resim sergilerini gezen bir gençlik görmek beni gerçekten mutlu etti. Buradaki gençlik İran deyince aklımıza gelen tam kapalı, bağnaz, gericilere benzemiyor.  Örtünme tarzları daha önce anlattığım şallar vasıtasıyla yarım gerçekleşiyor. Güneye gittikçe ise inşaat kalitesi düşmeye başlıyor, daha ucuz, renksiz, ruhsuz ve sevimsiz binalar gelir seviyesinin daha düşük olduğunun da bir işareti, insanlar daha kapalı, çok daha muhafazakâr, rejime kökten bağlı. Kara çarşafı içinde kiminin sadece gözleri kiminin sadece yüzü gözüken kadınlar çoğunlukta. Dolayısıyla kuzey ile güneyin arasında ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum. Bu arada sokakta yüzünde, genellikle burnunda bandajlar olan bir çok kadın gördüm. Şafak Pavey’in kitabında da yazdığı gibi özellikle Tahran’da estetik ameliyat olmak çok moda olmuş durumda. Genetik olarak etrafta kadın erkek hep iri burunlu insanlar gördüğümden herhalde en fazla burun estetiği yapılıyordur diye düşündüm.

Öğrendiğim kadarıyla şu anda facebook, twitter, youtube gibi sosyal medya mecralarına ulaşım mümkün değil, birkaç sene önce gençler bu mecralar üzerinden örgütlendikleri için şu anda bunlara erişimleri yok. Televizyon deseniz İran resmi televizyonunda yayınlar hep devlet tarafından kontrol ediliyor, fakat binaların hemen hepsinde çanak antenler mevcut ve dediklerine göre yasa dışı olmasına rağmen hemen herkes uydudan yabancı kanalları izliyor. İzlenen yabancı kanalların başında da Türk kanalları ve Türk dizileri geliyor, maşallah bizim dizileri bende daha iyi biliyorlar. Reklam olmasın diye dizi adlarını yazmayacağım ama bizde popüler olan tüm diziler orada da izleniyor. Zaman zaman hükümetin baskıyı artırıp tüm çanak antenleri topladığını da duydum ama bir süre sonra antenler yine kuruluyormuş. Bir çanak antenin insanları nasıl dünyaya bağladığını görmek enteresan bir duygu, insan sürekli elinin altında olanların değerini sanıyorum unutabiliyor. İran’daki çanak antenler burada iyi bir örnek oldu diye düşünüyorum.

Tahran’daki otomobillere baktığımda Peugeot’un yerli İran markaları dışında ithal markalarda açık ara lider olduğunu gördüm, hep eski modeller olmak üzere, birçok Peugeot gördüm. Sonradan öğrendiğim kadarıyla Peugeot İran’da fabrika kurmuş ve anladığım kadarıyla Avrupa’da eskiyen modellerin kalıplarını İran’daki fabrikasına göndermek suretiyle orada low cost araçlar üreterek pazarda satıyor. Aklıma tabi hemen Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın eski model 504 Peugeot arabası geldi.  Peugeot yanında Toyota, Hyundai gibi arabalar ve tabi birçok yerli marka arabada kalabalık Tahran sokaklarında boy gösteriyordu. Yerli arabalar genelde küçük, üzerinde çok fazla özellik olmayan, ucuz modellere benziyordu. Alımlı, gösterişli ve pahalı Alman arabaları ise daha çok Kuzey Tahranda sokaklarda gezmekteydi.

Birazda yemeklerden bahsetmekte fayda var diye düşünüyorum. İnanın İran’da yemek konusunda hiç problem yaşamazsınız. Bize oldukça yakın bir mutfakları var, ağırlıkla kırmızı et ve pilav hemen her gün yenen yemeklerden. Tavuk ve İran körfezinden gelen balıklarda sofraları süslüyorlar. Domates ve yeşilliklerle yapılan salatalar, cacık, patlıcan köz, mücver, kebap, şiş gibi yemekleri bulmak çok kolay, sadece yemekten sonra tatlı yeme alışkanlığının olmadığını söyleyebilirim. Bir de tabi restoranlarda alkollü içkiler bulunmuyor, isteyenler alkolsüz bira içebiliyor.

İran’da oldukça fazla Azeri ve Azeri kökenli İranlı yaşıyor ve Azeri Türkçesi biliyorlar. Bu sayede onlarla konuşmak ve anlaşmak çok kolay, sanıyorum Türk dizilerini de izleyerek Türkçelerini oldukça geliştirmişler. Rahatlıkla konuşabiliyorsunuz. İranlılar ise Farsça konuşuyor, bazı kelimeler Türkçeye Farsçadan geçtiği için anlayabiliyorsunuz ama Farsça tüm konuşmaları anlamak mümkün değil. Örneğin tahkikat, mesken, rehber, mürşit, tevellüt gibi kelimeleri Farsçada duymanız mümkün.

Evet, böylece seyahatimin sonuna geldim, dönüş yolunda uçağımın kalkış saatinden yaklaşık 2,5 saat önce havaalanına gidip, çok kısa bir zamanda biniş kartımı almama rağmen, pasaport işlemleri için girdiğim sırada neredeyse 1,5 saat bekledim. Hem insanların tüm nezaket ve uygarlık kurallarını hiçe sayarak pasaport kuyruklarına yandan ve önden girmeleri, “kaynak” yapmaları ve bu sayede kuyrukların hiç ilerlememesi, hem de pasaport polisinin ülkeden ayrılan insanların pasaportlarını dakikalarca incelemeleri, pasaport bilgilerini ağır ağır bilgisayara girmeleri sebebiyle uzun bir süre ayakta kuyrukta beklemek oldukça kötü ve dayanılmaz idi. Sırf bu sebeple uçağımızın 1 saatten fazla rötar yaptığınıda söylemeden geçemeyeceğim. Neyseki dönüş uçağımız çift koridorlu bir A330 idi ve 2 saat 50 dakikalık güzel bir uçuştan sonra İstanbul Atatürk havaalanına teker koyduk. Son olarak da Tahran’da uçağımızın kapıları kapanır kapanmaz İranlı kadınların başlarını açtıklarını, servis başlayınca da şarap, bira alkollü içki ne varsa ısmarladıklarını, unutmadan, eklemek istiyorum.

Bu kısa gezi hakkında yazdıklarımın hoşunuza gideceğini umarak sizlere iyi bir hafta sonu diliyorum. 

7 Nisan 2012 Cumartesi

Merhaba,
Haftaya iş seyahati sebebiyle iki günlük bir Tahran ziyaretim olacak. Döndükten sonra Tahran hakkında bir yazı hazırlayacağım. Umarın güzel olur.

3 Nisan 2012 Salı

KAZABLANKA

Öncelikle kendimi bir gezi yazarı olarak görmediğimi belirtmek isterim. Kazablanka kentinde düzenlenmiş olan bir konferansa katılmak için yaptığım 2 günlük iş seyahati sonrasında amatörce Kazablanka hakkında gördüklerimi, duyduklarımı size aktarmaya çalışacağım, umarım beğenirsiniz.
Kazablanka, Fas’ın batısında, Atlas Okyanusu yer alan bir liman kenti. Aynı zamanda Fas'ın en büyük şehridir. Nüfus yaklaşık 4 milyon kişi. Bu kalabalığı yollarda, trafikteki karmaşada görmek mümkün. Kazablanka’ya gideceğim belli olunca ilk yaptığım Fas’ın Türk Vatandaşlarından vize isteyip istemediğini kontrol etmek oldu ve vize istenmediğini öğrenerek rahatlayarak, Türk Hava Yollarının İstanbul-Kazablanka uçağına rezervasyonumu yaptırdım. Seyahat günü geldiğinde Havaalanına gidip uçuş kartımı alıp gümrük ve pasaport kontrolünden geçtikten sonra CIP salonunda biraz atıştırıp vakit geçirip sonrasında kapıya giderek  uçağa bindim. A330 çift gövdeli çift motorlu, geniş ve rahat uçak tekerleklerini yerden kesip kalkışını yaptı. Güzel ikramlar ve her koltuktaki eğlence sistemi ile 4,5 saatlik yolculuk sarsıntısız ve problemsiz şekilde geçti ve Büyük Kuş A330 usta pilotlarımız sayesinde Kasablanka havaalanına sarsıntısız bir iniş yaptı.
Havaalanının eski yüzünden bahsetmeden geçemeyeceğim, tabiî ki Avrupa başkentlerindeki havaalanlarından birini görmeyi ummuyordum ama Kasablanka havaalanıda eski yüzüyle biz inenlere merhaba diyordu. Pasaport kontrolünde giriş formunu doldurduktan sonra memurlar kimseye bir şey sormadan işlerini yapıyorlar, biraz yavaş olduklarını söylemeden geçemeyeceğim ama Avrupadaki bir sürü soru soran, biletini göstermenizi isteyen, otel rezervasyonunuzu görmek isteyen memurlardan sonra Kazablanka’daki memurlar bence oldukça iyi idi. Tabi herhalde işsizlik biraz fazla olduğundan köşelerde sizi çevirip pasaportunuza şöyle bir bakıp geri veren görevlilere hazır olmakta da fayda var.
Havaalanında hemen dikkati çeken husus tüm tabelaların Arapça ve Fransızca olarak hazırlanmış olması idi. Ayrıca yapılan anonslarda ikinci lisan olarak Fransızca yapılıyordu. Ne de olsa 20.yüzyıl başından ellili yılların ortasına kadar Fransız işgali altında kalmış ve bundan dolayı yüklü bir Fransız etkisi her yerde görülebiliyor, İngilizce sorduğunuz sorulara bile genellikle Fransızca cevap alıyorsunuz ve buda benim gibi Fransızca bilmeyen birisi için çok da hoş değil. Havaalanı çıkışındaki bozuk yollar tabi yine insanda biraz hayal kırıklığı yaratıyor. Ne de olsa insan bizdeki gibi Havaalanı çıkışında hemen otobana çıkmayı hayal ediyor. Anlaşılmaz şekilde bozuk olan yollardan araba ile bir süre gittikten sonra otoban olduğunu anladığım bir yoldan devam ederek Kazablanka’ya girdik. Yol boyunca etrafın oldukça yeşil olduğu söylemeden geçemeyeceğim. Ağaçların arasında Zeytin ve bol miktarda çam ve sedir ağaçlarını seçebildiğimi söyleyebilirim. Ayrıca yol boyunca irili ufaklı köylerin uzağından geçerek ilerledik ve bu fakir köylerdeki kötü inşa edilmiş ufak evleri görme şansım oldu. Şehre yaklaştığımızda ise sanıyorum halen şehrin biraz dışındaydık, çok güzel, lüks villaların arasında geçtik. Evler müstakil bahçeler içinde 2 veya 3 katlı, mimarileri bir birine hiç benzemez tarzda, kimisi oldukça arabesk, şatafatlı, kimisi köşeli ve modern, kimisi klasik tarzda inşa edilmişler. Ortak özellikleri etraflarındaki yüksek duvarları ki bu sayede bahçeleri görme şansınız yok, belki bahçelerinde yüzme havuzu bile olabilir ve bahçe kapılarının çok gösterişli olması. Evlerin bahçelerinin girişleri iki kanatlı ahşap veya demir ama çok gösterişli kapılardan gerçekleşiyor. Birkaç evi ve bahçesini görmeyi gerçekten çok isterdim. Şehrin içi ise ne yazık ki bu kadar çekici değil. Korkunç bir trafik, inanın İstanbul trafiğinden bin beter, sürekli sağa sola sapan arabalar, sürekli korna çalanlar, keşmekeş bir trafik. Ayrıca şehrin içinde raylı sistem Tramvay yolu inşaatı sebebiyle kazılmış birçok yer de trafik problemine ciddi katkıda bulunuyor. Tabi bu tramvay sistemini Türk şirketi Yapı Merkezinin yaptığını şantiyelerdeki Yapı Merkezi tabelalarını görüp öğrendikten sonra ayrıca daha da gururlandığımı söylemeden geçemeyeceğim. Türk Müteahhitlerinin bir başarısı daha. Kazblanka metrosu bir Türk Şirket tarafından inşa ediliyor.
Şehrin adının İspanyolcası olan Casablanka Beyaz Ev demek, Atlastan baktığınızda zaten Fas’ın bir tarafta İspanya ile karşı karşıya diğer taraftan Atlas Okyanusuna uzun bir kıyısı olduğunu görebilirsiniz. Dolayısıyla tarih boyunca denizci ırklar olan Portekizlilerin ve İspanyolların Fas topraklarında bulunduklarını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.

Şehrin 1942’de çevrilen efsanevi Hollywood filmi Kazablanka ile meşhur olduğunu sanırım çoğumuz biliyoruz, şehrin değişik bir mimarisi olduğunu söylemek istiyorum. Bir tarafta Fransız, Arap ve Endülüs etkileri ile 20.yüzyıl başından 1960’lara kadar geçen süre içinde inşa edilmiş taş balkonlu, zamanın hoş bir mimarisi ile inşa edilmiş binaları görmek mümkün. Zamanında bu binaları inşa edenlerin ağırlıklı Fransız ve İspanyol mimarlar olduğunu tahmin ediyorum. İdari devlet binaları, küçük otelleri bu sınıfta değerlendirmek mümkün. Şimdi dış cepheleri solmuş, renkleri gitmiş, şeklen hoş ama renk olarak insanın içini karartan bu binaların yanında, 60’lardan sonra inşa edilmiş kötü inşaat işçilikleri belli olan yaşça nispeten daha yeni ama hiçbir çekicilikleri olmayan binalar ve bunların yanında “tower” olarak adlandırabileceğimiz modern dış cepheleri kaplama teknikleri ile yapılmış yüksek binalar. Şehrin ana meydanlarının etrafındaki yollar yuvarlaklar şeklinde dışarı doğru genişlemekte ve öğrendiğim kadarıyla buda Fransız mimarların eseri.
Kazablanka’da bence mutlaka görülmesi gereken eserlerin başında dünyanın en büyük ikinci camisi olan ve en uzun minareye sahip II.Hasan Camii sayılabilir.
Fransız mimar Michel Pinseau tarafından tasarlanmış, okyanus kıyısında denizin doldurulmasıyla oluşturulan alan üzerinde inşa edilmiş olan ve 210 metre yüksekliği ile dünyanın en uzun minaresine sahip cami 25.000 kişiyi kapalı alanda, 80.000 kişiyi cami dış duvarları içerisinde hizmet verebilir. Cami Kuzey Afrika'nın en büyük ve dünyanın 3. en büyük İslami ibadet alanıdır. II.Hasan camii dışında Arap Ligi parkı ve yanındaki Kazablanka katedrali, eski Medine ilginç yerler.
Kazablankada yumuşak bir Akdeniz iklimi var, Mart ayı sonu olmasına rağmen hava sıcaklığı gündüzleri 25 C civarında seyretmekteydi. Kışın daha fazla yağmur alan ılıman bir iklim ki zaten şehrin içindeki ve dışındaki ağaç ve yeşilliklerden görmek mümkün. Bu arada şehrin için birçok palmiye ağacı olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.  
Kuzeybatı Afrika'da yer alan Fas'ın mutfağı gerek çeşni gerekse çeşit açısından çok zengin, kendine özgü ve rafinedir. Taze ve kuru meyvelerin büyük bir özenle kullanıldığı Fas Mutfağı şekerle tuzun karıştığı nadir lezzetlerden biridir.
Fas Mutfağı genelde ete, balığa ve sebzeye dayanır. Et olarak kuzu, koyun, tavuk ve güvercin eti tüketilir. Bunun yanında balık ve deniz ürünleri de çok değişik şekillerde hazırlanarak tüketilir. Yukarıda da belirttiğim gibi, Faslılar kuzu ve koyun etini, tavuk etini taze ve kuru meyvelerle pişirir. Bu yemeklere şeker de ilave edilir. Taze meyve olarak en çok ayva kullanıldığını gördüm. Çok kullanılan kuru meyveler ise kara erik kurusu ve kuru üzümdür. Kara erikli kuzu fırın tandır yediğimde oldukça lezzetliydi. Ayrıca yemekle birlikte gelen pide şeklindeki siyah buğday ekmeği de oldukça lezzetliydi. Tatlı olarak ağır tatlılar beklerken kurabiye ve kuru pasta şeklinde tatlılar yemekten sonra servis edilince biraz hayal kırıklığı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Beraberinde gelen naneli Fas çayı ise oldukça lezzetli diyebilirim. Tabi şehri etkisi altına almış olan Fransız etki sininde görüleceği Fransız restoranlarında bol miktarda mevcut.
Evet bu kısa gezininde böylece sonuna doğru geliyoruz, seyahatin sonunda tekrar havaalanına gidiş, gidiş katında check-inn bankolarını ararken biraz vakit kaybettikten sonra check-inn’i tamamlayıp pasaport ve gümrük işlemlerinden geçip yine her köşedeki görevlilere pasaport gösterip, ilkel ve çalışmayan bir metal tarayıcıdan geçtikten sonra babadan kalma yöntemler ile kabaca el ile aranıp uçağa bineceğim kapıya ulaştım. Yöresel bir şeyler almak istiyorsanız gümrüksüz sahada sizlere hitap eden dükkânlar olduğunu da hatırlatmak isterim. Yolculuğun sonunda tekrar Büyük kuş A330 ile keyifli bir 4,5 saatlik uçuş sonunda İstanbul’a teker koyduk. Bir sonraki seyahat sonrası yeni bir şehirde buluşmak üzere, hoşçakalın.