20 Nisan 2012 Cuma

TAHRAN

1,5 günlük kısa bir iş seyahati sebebiyle bu güne kadar hiç gitme fırsatı yakalayamadığım İran’ın başkenti Tahran’ı ziyaret etme şansını buldum. Bu kısa gezinin ardından gördüklerimi bu yazıya dökmeye çalışacağım. Bu yazının yine amatörce yazıldığını da hatırlatmak isterim.

Tahran uçuşu öncesi Atatürk havaalanında her zamanki ritüelimin parçası olan CIP salonu ziyaretimi yaptım, saat olarak yemek saati olmadığı için biraz çerez, meze ve içecekler ile idare ettim. Bu arada Orta Doğu’ya uçuşların neredeyse tamamının geç saatlerde olduğunu da hatırlatmak isterim. Tahran uçağının kalkış saati 23.20 idi, başka birçok Orta Doğu uçuş noktasına da uçaklar saat 23.00’den sonra kalkıyor bunun sebebi ne olabilir diye düşündüğümde cevabım “herhalde Avrupa’daki havaalanlarına belli saatten sonra, şehirde oturanlar uçak gürültüsünden rahatsız olmasınlar diye, uçakların inmesine izin verilmediği için” şeklinde oluştu. Böyle olunca da havayolları uçakları daha verimli kullanmak adına gece geç saatlerde Avrupa’ya uçamayınca Doğu’ya doğru uçarak toplam kullanım verimini artırıyorlar. Uçakların sürekli havada olmaları gerekiyor, yerde duran uçak para kazanmadığı gibi para da harcıyor. Bu tabi benim tahminim, başka bir yazıda bu konu hakkında da bildiklerimi paylaşabilirim.

İstanbul-Tahran seferini Airbus 320 tek koridorlu bir uçak ile yaptım, kalkışı rahat bir uçak idi, tabi uçağın boş olmasının da belki bu konuda etkisi olabilir. 3 kişilik koltukta tek başıma olduğum için Ekonomi sınıfı ücreti ödeyip neredeyse Business sınıfı bir uçuş yaptım. Arada 3’lü koltuğa yatıp kestirmek de buna dâhil. Ancak koltuğa uzanınca, yani yatay durumda uçağın titreşimlerini daha fazla hissediyor gibi olduğumu da yazmadan geçemeyeceğim.

İnmeye yakın kabin görevlilerinin anonsu ile rahatsızda olsa uyku uykudur diyerek yattığım koltuktan kalktım ve şaşkınlık içinde Tahran’ın İstanbul ile saat farkı hakkında bilgi veren anonsu dinledim. Kulaklarıma inanamasam da Tahran ile İstanbul arasındaki saat farkı 1,5 saat! Evet, 1,5 saat fark var, nasıl oluyor diye sormayın herhalde bir bildikleri vardır. Ama ne zaman saatime baksam İran saati ile ne oluyor diye hesaplamaya çalışıp durdum 1,5 gün boyunca. İniş esnasında camdan ışık denizi şeklinde gözüken Tahran’a bakarken, ne kadar büyük bir şehir diyerek kendi kendime söylendim, otobanlar, evler, binalar ışıklar içindeydiler. Nüfus ne kadar sorusunu ertesi güne saklayarak inişi tamamladık. Bu arada inince uçaktaki başları açık olan tüm kadınların başlarına şal tarzı örtüler ile yarım örterek uçaktan indiklerini de söylemeden geçemeyeceğim. Tarz olarak bağlamadan kafanın arka tarafına doğru bir şal atarak ve ön taraftaki saçları açıkta bırakan bir şekilde örtünüyorlardı.

Yerel saatle 03.50 de havaalanına inince bir an önce pasaporttan geçip otelinize gidip yatmayı istersiniz değil mi? Ne yazık ki benim için Murphy Tahran’da da beni unutmamıştı, herhalde ilk kez İran’a giriş yaptığım için olsa gerek bir pasaport polisi pasaportumu alıp bir yerleri arayıp Farsça bir şeyler konuştu durdu, bende arada “daha ne kadar bekleyeceğim” tadında bir şeyler sorduğumda da “no problem, please have a seat” diyerek aslında “geç otur kardeşim” dedi. Neyseki yaklaşık 10 dakika bekledikten sonra pasaportumu alıp geliş salonuna indim. Değişik bir uygulama olarak ki çok az havaalanında görmüştüm, inince havaalanından çıkmadan valizlerinizi tekrar bir X-ray cihazından geçiriyorlar, sanıyorum gelenler ülkeye alkollü içki sokmasınlar diye alınmış bir önlemdir diye düşünüyorum. Havaalanından otele araba ile gitmek üzere yola çıktıktan kısa bir süre sonra otobanda hızla ilerliyorduk. Oldukça güzel bir otoban olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Aklımda kalan para gişelerinde daha OGS, KGS gibi sistemlere henüz geçmemiş oldukları ve halen nakit ödeme yaparak gişelerden geçtikleriydi. Saatin sabahın neredeyse beşi olmasından dolayı olsa gerek bomboş otobandan şehre ve kalacağım otele geldik. Çok güzel lüks ve yeni olduğunu tahmin ettiğim bir otel olan Espinas’da check-in yapıp oldukça geniş odama çıktım. Otel bana Ankara’da kaldığım ancak ismini hatırlayamadığım bir oteli hatırlattı. Ankaradaki otel gibi Espinazda da otelin ortası boş bir galeri şeklinde zeminden çatıya doğru yükselirken, odalar çevreye yerleştirilmişti. Otelin ortası boş bir alan idi ve asansörlerin birer kenarı cam olup, otelin ortasındaki galeriye bakıyordu. Sonradan hatırladım, Prag’da kaldığım Hilton otelinde de böyle orta kısım bir galeriydi ama tabi çok daha büyük bir şekilde tasarlanmıştı. 

Tahran oldukça büyük bir şehir, gün içinde şehir dışından çalışmaya gelenler ile nüfusun 14 milyon civarına çıktığı, geceleri ise yaklaşık 10 milyon kişi civarında olduğu söylendi. Kentin kuzeyinde dağlar var, zaten şehrin kuruluşu ilk kuzeydeki dağların eteklerine yapılmış. Güneye doğru devam ettikçe şehir düzleşiyor ki havaalanında güneyde bulunuyor. Sanıyorum şehir büyümesine güneye doğru devam ediyor. Tabi bu kalabalık beraberinde ciddi bir trafik problemi getiriyor, akşamüstünden itibaren yollar dolmaya başlıyor, ağır trafikte kural tanımaz İranlı şoförler biraz bizim gibi yolunu kendi almak için diğer araçlar ile gizli bir yarışa ve mücadeleye başlıyor. Bekleyen, diğer araçlardan yol isteyenlerin ne yazık ki Tahranda şansı yok. Biz böyle trafiğe ve böyle araba kullanmaya alışık olduğumuz için her hangi bir Türk Şoförün Tahranda rahatlıkla araba kullanacağına inanıyorum. Akşamüstü saat beş civarında Tahran’ın güneyine 40 kilometre mesafeli bir seyahat bir saatten fazla sürdü, umarın trafiğin boyutunu anlatabilmişimdir.

Tahran’ın kuzeyi ve güneyi arasında çok büyük farklar var, kuzeyinin zengin ve daha serbest olduğunu söyleyebilirim. Güzel ve lüks apartmanlar, lüks müstakil evler, lüks Alman arabaları, konsolosluk binaları, alışveriş merkezleri, güzel restoranlar Tahran’ın kuzeyinde. Gerek lüks apartmanların, gerek lüks müstakil evlerin önlerinde bahçeler var ve yüksek, gösterişli, büyük bahçe kapıları ile inşa edilmiş. Devrimden önceki adı Pehlevi Caddesi olan ve şimdi adı değişmiş olan güzel cadde iki tarafındaki yüksek ağaçlar ile bana Dolmabahçe caddesini hatırlattı. Bu bölgede ciddi sanat faaliyetleri de yapılıyor. Sinema müzesi, Açık hava güzel sanatlar müzesi gibi yerlerde resim sergileri, kitap sergileri, cafe ve restoranlar birçok kızlı erkekli gençlere hatta sadece kızların olduğu gruplara ev sahipliği yapıyor, buralarda gençler sosyalleşiyor ve hayattan zevk almaya çalışıyorlar. Buralarda cıvıl cıvıl, sanatı seven, okuyan, müzik dinleyen, resim sergilerini gezen bir gençlik görmek beni gerçekten mutlu etti. Buradaki gençlik İran deyince aklımıza gelen tam kapalı, bağnaz, gericilere benzemiyor.  Örtünme tarzları daha önce anlattığım şallar vasıtasıyla yarım gerçekleşiyor. Güneye gittikçe ise inşaat kalitesi düşmeye başlıyor, daha ucuz, renksiz, ruhsuz ve sevimsiz binalar gelir seviyesinin daha düşük olduğunun da bir işareti, insanlar daha kapalı, çok daha muhafazakâr, rejime kökten bağlı. Kara çarşafı içinde kiminin sadece gözleri kiminin sadece yüzü gözüken kadınlar çoğunlukta. Dolayısıyla kuzey ile güneyin arasında ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum. Bu arada sokakta yüzünde, genellikle burnunda bandajlar olan bir çok kadın gördüm. Şafak Pavey’in kitabında da yazdığı gibi özellikle Tahran’da estetik ameliyat olmak çok moda olmuş durumda. Genetik olarak etrafta kadın erkek hep iri burunlu insanlar gördüğümden herhalde en fazla burun estetiği yapılıyordur diye düşündüm.

Öğrendiğim kadarıyla şu anda facebook, twitter, youtube gibi sosyal medya mecralarına ulaşım mümkün değil, birkaç sene önce gençler bu mecralar üzerinden örgütlendikleri için şu anda bunlara erişimleri yok. Televizyon deseniz İran resmi televizyonunda yayınlar hep devlet tarafından kontrol ediliyor, fakat binaların hemen hepsinde çanak antenler mevcut ve dediklerine göre yasa dışı olmasına rağmen hemen herkes uydudan yabancı kanalları izliyor. İzlenen yabancı kanalların başında da Türk kanalları ve Türk dizileri geliyor, maşallah bizim dizileri bende daha iyi biliyorlar. Reklam olmasın diye dizi adlarını yazmayacağım ama bizde popüler olan tüm diziler orada da izleniyor. Zaman zaman hükümetin baskıyı artırıp tüm çanak antenleri topladığını da duydum ama bir süre sonra antenler yine kuruluyormuş. Bir çanak antenin insanları nasıl dünyaya bağladığını görmek enteresan bir duygu, insan sürekli elinin altında olanların değerini sanıyorum unutabiliyor. İran’daki çanak antenler burada iyi bir örnek oldu diye düşünüyorum.

Tahran’daki otomobillere baktığımda Peugeot’un yerli İran markaları dışında ithal markalarda açık ara lider olduğunu gördüm, hep eski modeller olmak üzere, birçok Peugeot gördüm. Sonradan öğrendiğim kadarıyla Peugeot İran’da fabrika kurmuş ve anladığım kadarıyla Avrupa’da eskiyen modellerin kalıplarını İran’daki fabrikasına göndermek suretiyle orada low cost araçlar üreterek pazarda satıyor. Aklıma tabi hemen Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın eski model 504 Peugeot arabası geldi.  Peugeot yanında Toyota, Hyundai gibi arabalar ve tabi birçok yerli marka arabada kalabalık Tahran sokaklarında boy gösteriyordu. Yerli arabalar genelde küçük, üzerinde çok fazla özellik olmayan, ucuz modellere benziyordu. Alımlı, gösterişli ve pahalı Alman arabaları ise daha çok Kuzey Tahranda sokaklarda gezmekteydi.

Birazda yemeklerden bahsetmekte fayda var diye düşünüyorum. İnanın İran’da yemek konusunda hiç problem yaşamazsınız. Bize oldukça yakın bir mutfakları var, ağırlıkla kırmızı et ve pilav hemen her gün yenen yemeklerden. Tavuk ve İran körfezinden gelen balıklarda sofraları süslüyorlar. Domates ve yeşilliklerle yapılan salatalar, cacık, patlıcan köz, mücver, kebap, şiş gibi yemekleri bulmak çok kolay, sadece yemekten sonra tatlı yeme alışkanlığının olmadığını söyleyebilirim. Bir de tabi restoranlarda alkollü içkiler bulunmuyor, isteyenler alkolsüz bira içebiliyor.

İran’da oldukça fazla Azeri ve Azeri kökenli İranlı yaşıyor ve Azeri Türkçesi biliyorlar. Bu sayede onlarla konuşmak ve anlaşmak çok kolay, sanıyorum Türk dizilerini de izleyerek Türkçelerini oldukça geliştirmişler. Rahatlıkla konuşabiliyorsunuz. İranlılar ise Farsça konuşuyor, bazı kelimeler Türkçeye Farsçadan geçtiği için anlayabiliyorsunuz ama Farsça tüm konuşmaları anlamak mümkün değil. Örneğin tahkikat, mesken, rehber, mürşit, tevellüt gibi kelimeleri Farsçada duymanız mümkün.

Evet, böylece seyahatimin sonuna geldim, dönüş yolunda uçağımın kalkış saatinden yaklaşık 2,5 saat önce havaalanına gidip, çok kısa bir zamanda biniş kartımı almama rağmen, pasaport işlemleri için girdiğim sırada neredeyse 1,5 saat bekledim. Hem insanların tüm nezaket ve uygarlık kurallarını hiçe sayarak pasaport kuyruklarına yandan ve önden girmeleri, “kaynak” yapmaları ve bu sayede kuyrukların hiç ilerlememesi, hem de pasaport polisinin ülkeden ayrılan insanların pasaportlarını dakikalarca incelemeleri, pasaport bilgilerini ağır ağır bilgisayara girmeleri sebebiyle uzun bir süre ayakta kuyrukta beklemek oldukça kötü ve dayanılmaz idi. Sırf bu sebeple uçağımızın 1 saatten fazla rötar yaptığınıda söylemeden geçemeyeceğim. Neyseki dönüş uçağımız çift koridorlu bir A330 idi ve 2 saat 50 dakikalık güzel bir uçuştan sonra İstanbul Atatürk havaalanına teker koyduk. Son olarak da Tahran’da uçağımızın kapıları kapanır kapanmaz İranlı kadınların başlarını açtıklarını, servis başlayınca da şarap, bira alkollü içki ne varsa ısmarladıklarını, unutmadan, eklemek istiyorum.

Bu kısa gezi hakkında yazdıklarımın hoşunuza gideceğini umarak sizlere iyi bir hafta sonu diliyorum. 

1 yorum:

  1. Sozkonusu ulke ile ilgili hem onyargilari zayiflatiyor hem de okuyucuda merak ve seyahat istegi uyandiriyor.

    Cok bilgilendirici ve oldukca akici...

    Elinize saglik.

    YanıtlaSil