29 Aralık 2013 Pazar

BEŞİKTAŞ 2013 - 2014 SEZONU İLK YARI PERFORMANSI

Beşiktaş’ın yazımın en sonunda detaylarıyla birlikte incelemiş olacağımız 2013-2014 sezonu ilk devre performansının çok kısa özetini şu şekilde ifade edebilirim : “Hayal Kırıklığı” Evet, hem de büyük bir hayal kırıklığı, neden mi? Gelin hep beraber önce istatistiksel olarak geçen sezon beğenmediğimiz, eleştirdiğimiz Samet Aybaba dönemi ile karşılaştıralım.

Geçen sezon yani Samet Aybaba döneminde Beşiktaş daha çok puan toplamış. Hayal kırıklığının en temel göstergesi de bu zaten.
Geçen sezon Beşiktaş daha fazla gol atmış. Demek ki forvetler ve orta saha hatta bekler geçen seneki kadar verimli olamamış.
Bu sezon Beşiktaş daha az gol yemiş. Bu olumlu bir gösterge ki kaleye ve defansa yapılan bu kadar transfer sonrasında daha az gol yemiş olması son derece normaldir.
Bu sezon Beşiktaş daha fazla yenilmiş. Daha az gol yemiş olmasına rağmen daha fazla yenilgi almış olması, takımın direncinin düşük olduğunu, geriden gelip durumu düzeltecek patlama kabiliyetinin veya enerjisinin veya motivasyonun eksik olduğunun göstergesidir.

Bu istatistikler bana açık seçik hayal kırıklığını gösteriyor. Sezon başında arka arkaya yapılan oyuncu transferleri, kiralanan oyuncular. Bir sezon önceden beri çalışılmak istendiği söylenen Slaven Biliç ile sözleşme yapılması, yüksek beklentiler, Şampiyonluk sezon başından beri Beşiktaş’ın gündemini oluşturmaktaydı. Futbol takımındaki hemen her yere alınan ve kiralanan yeni oyuncular ile Beşiktaş’ın yıllardır diğer iki büyük Fenerbahçe ve Galatasaray’a karşı kanayan yarası, dar kadro problemini de sonunda çözdüğü herkes tarafından söylenmekteydi.

Şimdi gelelim bu durumu yaratan sebeplere:

Maçların oynanacağı stadyum sorunu: Tabiî ki İnönü Stadyumu neden yıkıldı demiyoruz, ancak Stadyum konusu iyi yönetilemeyen bir probleme dönüştü. Sezon öncesi bazı maçların Olimpiyat bazı maçların Kasımpaşa Stadyumunda oynanacağı açıklanmıştı. Olimpiyat Stadyumu bir türlü sevilmedi ki haklı sebepler olduğunu düşünüyorum ancak bu kadar negatif yaklaşımların takım üzerinde etkileri düşünülmeliydi. Aynı şekilde şimdi Kasımpaşa stadı hakkında yine negatif önyargılar gündemde ve ikinci devre takımın maçlarını nerede oynayacağı belli değil şeklinde demeçlerin takıma ne denli etkisi olduğu dikkate alınmalıdır. Belirsizlik en önemli tehlikelerden biridir, takımın motivasyonu negatif etkilenmektedir.

Kriz yönetiminin yapılamaması: Genç oyuncuların ağırlıkta olduğu takımda özellikle Galatasaray maçının ardından başlayan travma ve kriz iyi yönetilemedi. Burada sorumluluk başta Başkan, Yönetim, Futbol Şubesi, Önder Özen ve Slaven Biliç’tedir. Lige fırtına gibi giren takım bir maçta yaşadığı travmadan iyi bir kriz yönetimi ile çıkabilirdi. İbrahim-Sezer kavgası ile ortaya çıkan kriz de bana göre yanlış yönetildi. Şu ana kadar bu konudaki kesin kararın ne olduğu belli olmalıydı. İki oyuncu takımdan gönderilebilirdi veya affedilebilirlerdi. Ancak halen ne olacağının belli olmaması bence yanlıştır. Aynı şekilde Fernandes konusu da iyi yönetilemeyen bir konudur. Eğer gönderilecekse bir an önce karar verilmelidir.

Transfer politikası: Beşiktaş’ın transfer politikası doğru transfer/yanlış transfer ekseninde gidip gelen bir politika olarak gözükmektedir. Geçen seneden sırtında bir Dentinho kamburu ve büyük umutlarla alınan Gökhan Süzen transferleri sonrasında en azından kalede çok ama çok iyi bir performans gösteren Tolga Zengin transferi büyük başarıdır. Aynı şekilde bana 100.yıl şampiyonluk kadrosunda ön libero oynayan Guinti’yi hatırlatan bir oyun tarzıyla oynayan Atiba Hutchinson çok iyi bir transfer diye düşünüyorum. Yurtdışında bir türlü patlama yapamamış Gökhan Töre’de ilk devre iyi bir performans gösterdi, ancak kendisinin kiralık olması ve bonservisinin oldukça pahalı olması gelecek de onun takımdan ayrılmasına sebep olabilir. Biraz da Hilbert’in memleketine dönmesi sebebiyle alınan Serdar Kurtuluş’un iyi bir ilk devre çıkardığını düşünmüyorum. Yok denecek kadar az hücum gücüyle, kritik hatalarıyla çok başarılı olmadığını düşünüyorum. Fernandes ve Oğuzhan’ın olmadığı zamanlarda orta sahada pas dağıtımını yapabilecek yetenekte olan Sezer’in sorumsuzca kavgası sonucu hiç oynamamış olması, Eneramo ve Ömer’in de yeterince iyi olmamaları işte bu transfer politikasındaki oynaklığın göstergesidir. Son dakikada İsmail, Uğur ve Gökhan gibi üç oyuncunun olduğu sol bek mevkiine kiralık olarak alınan Ramon Motta hırsı, çabukluğu, hücum yetenekleri ile beğeni, toplamış ancak sinirli ve amatör sert oyunu ile çok ceza almış ve ilk günlerdeki kredisinin bir kısmını kaybetmiştir. Oyuncuların performansları: Ligin ilk devresinde bana göre başarılı oyuncuların başında tartışmasız Tolga Zengin var. Kendisi insanlığı, arkadaşlığı, profesyonelliği ile de gönüllerde taht kurmuştur. Başarılı oyuncular arasında Atiba, Almeida, Olcay, Gökhan, Sivok ve Veli sayılabilir. Necip yine pek fazla ilerleme gösteremedi, Mustafa Pektemek sanki futbolu unutmuş gibi, Holosko sakatlık sebebiyle neredeyse ilk devre hiç oynamadı. Fernandes en kötü sezonunu oynadı. Hemen hiç faydalı olmadı. Defansın göbeğinde Sivok’un partneri olan Ersan ve Escude’de inişli çıkışlı bir sezon geçirdiler. Oğuzhan’a ayrı bir parantez açmak gerekir diye düşünüyorum. Bu kadar yetenekli bir oyuncunun kendine daha iyi bakması, daha güçlenmesi, daha mücadeleci olması ve daha iyi çalışması gerekiyor. Oynadığı maçlarda çok yaratıcı olabilen, gol yüzdesi de yüksek olan Oğuzhan’ın problemi istikrar ve devamlılık. Yıldız futbolcu olmanın yolu buradan geçer. Fenerbahçeli Alex’in senede kaç maç kaçırdığını hatırlatmak isterim. Hakem kararları: Ne yazık ki sadece bu sezon değil son yıllarda hakemlerin yanlış kararlarında hedef tahtasında hep Beşiktaş var. Yanlık, aleyhte hakem kararları ligi olsa Beşiktaş açık ara lider olurdu. Aleyhte yanlış hakem kararlarının genç bir takım üzerinde nasıl bir harabiyet yaratacağını artık siz düşünün. Galatasaray maçında Fırat Aydınus, Fenerbahçe maçında Cüneyt Çakır, Kasımpaşa maçında Barış Şimşek ilk anda aklıma gelen büyük hakem hataları yapılmış maçlar, bunların dışında da hemen her maçta aleyhinde yanlış kararlar var Beşiktaş’ın. Lehinde yanlış karar yok mu diyeceksiniz, var ama çok az. Bunların en önemlisi deplasmanda Kayseri maçında Olcay’ın ofsayttan attığı gol olarak akıllarda kaldı. Peki Beşiktaş ikinci devreye hazırlanırken ne yapmalı? Takımın moral motivasyonu için teknik direktör, sportif direktör, yönetim kurulu ve başkan takımla daha çok beraber olmalı, genç oyunculara daha fazla destek olmalı, kısaca amiyane tabirle takımla yatıp kalkmalı. İlk devreden kalan İbrahim-Sezer kavgası, Fernandes’in durumu, Almeida’nın sözleşmesi ve Brzeilya dizisi olma yolunda ilerleyen Ronaldinho konusu gibi biriken tortuları temizlemeli. Transfer de önceliği sağ bek, stoper, yaratıcı orta saha ve golcü forvet mevkilerine vermeli. Yeni Stadyum ile ilgili daha fazla pazarlama yapmalı, seyirciyi ikinci devre maçlara getirmek için aktiviteler yapmalı. Ligin ikinci devresinde Beşiktaş’a ve diğer tüm takımlara, Türk futbol camiasına sağlıklı ve başarılı günler diliyorum. İyi hafta sonları.

9 Kasım 2013 Cumartesi

ATATÜRK'Ü ANLAMAK

Yine bir 10 Kasım yine içimizde hüzün, boğazımızda bir düğüm, fırtınalar kasırgalar kopuyor yüreklerde, bir tarafta üzüntü, özlem, saygı, sevgi ve hürmet diğer tarafta özellikle son bir yılda memleketimizdeki olaylar neticesindeki ayrışmanın getirdiği öfke, nefret,akıl tutulması……

Atatürk’ü her sene 10 Kasım’da saygı sevgi ve hürmet ile anıyoruz ama yetmez andığımız kadar da anlamaya çalışmalıyız. Atatürk çağının çok ötesinde bir devlet adamı, politikacı ve daha da önemlisi insandı. Günümüzde sokaklarda ilan panolarında asrın projesi, asrın lideri tanımlamalarını gördükçe Atatürk’ü daha iyi anlıyorum, anladığımı sanıyorum. Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti için ne çok şey yaptığını, hayatını Türkiye Cumhuriyetine adadığını, mirasını Türkiye Cumhuriyetine bıraktığını biliyoruz. Yaptıklarını burada tek tek saymaya ne sayfa ne zaman yeter. 

Bazı okuyucuların bilmediğini düşünerek bugüne kadar çok fazla üzerinde yazılıp çizilmeyen, ancak Atatürk’ün hümanizmi, insanlığı ve Türkiye Cumhuriyetini Batı medeniyeti seviyesine çıkartma aşkının bir göstergesi olan bir konudan, Atatürk’ün 1933’de Almanya’da Nazi baskısı altında Alman üniversitelerinde çalışamayan bilim adamlarını Türkiye’ye davet ederek başlattığı Üniversite reformundan bahsedeceğim. Üniversite reformunun ne olduğunu anlamak için tarihte biraz geriye gitmekte fayda vardır. Osmanlı döneminde yüksek öğrenim dine esası üzerine medreselerde yapılırdı, tutucu çevrelerin baskısıyla buralardaki eğitimde fen bilimleri, mantık felsefe gibi temel konulardan uzaklaşılmış ve cehalet kaynağı haline gelmişlerdi. Tanzimat ile yeşeren aydınlanma tohumları bir süre sonra büyük umutlar beslenen Darülfünün’un açılmasına vesile olsa da aydınlamaya gerekli katkıları yapamamıştır. 1932’de Türkiye’ye davet edilen Cenevre Üniversitesi Pedagoji Profesörü Albert Malche’den Darülfünun ve yüksek öğretim sistemimizi incelemesi istenmiş, raporunu sunan Prof.Malche sistemin nasıl düzeltilmesi gerektiğini önerileri ile sunmuştur. Rapor sonrasında Darülfünun ilga edilip İstanbul Üniversitesi adı ile yeni bir üniversite kurulmasına karar verilmiştir. Almanya’da 1933 de Nazilerin iktidara gelmesi ile artan Yahudi karşıtlığı ve baskısı sonucunda üniversitelerdeki değerli Yahudi öğretmenler ders veremez hale gelmeye başlamışlardı. Avrupa’nın gelişmiş ve büyük ülkeleri İngiltere ve Fransa Nazilerden çekindikleri için “vizeleri yok” bahanesi ile bu bilim adamlarını kabul etmemişti. Aynı şekilde ABD’de Avrupa’daki karışıklıklardan uzak durmak için bu bilim adamlarına meşhur “Amerikan Rüyası”nın tam tersine kapılarını kapatmıştı. 

Atatürk vatanını çok seven ve ülkesini medeni Batı ülkeleri seviyesine çıkartmak için varını yoğunu ortaya koyan bir liderdi. Aynı zamanda da hümanist, aydın bir insandı ve bilimin ne kadar önemli olduğunun farkındaydı. Bu bilim adamlarının bilimsel çalışmalarına devam etmelerinin Dünyanın ve Türkiye’nin aydınlanmasına büyük katkı yapacağını düşünen Atatürk’ün talimatıyla harekete geçen Milli Eğitim Bakanlığı Dr. Reşit Galip’in ve yurtiçi ve yurtdışındaki Dışişleri Bakanlığı bürokratlarının insanüstü gayretleri ile bir çok Musevi kökenli Alman bilim adamı Türkiye’ye davet edildi ve gelenler özellikle başta İstanbul Üniversitesi olmak üzere, üniversitelerimizde, müzelerimizde, konservatuarlarımızda, hastanelerimizde çalıştılar, kürsüler, fakülteler, laboratuarlar, kütüphaneler açtılar, Türkiye’yi Dünya literatürü ile tanıştırdılar, yüzlerce binlerce Türk gencini eğittiler, vatana millete yararlı birer fert olmalarına yardım ettiler, Türkiye’nin bilim atmosferini değiştirdiler. Gelen üniversite öğretmenleri hukuk, iktisat, kimya, tıp, arkeoloji, müzik, botanik, felsefe, mimari, Sümeroloji, zooloji, mantık, jeoloji, filoloji, tarih, fizik, matematik, Hititoloji, heykel, psikoloji, şehir planlama, astronomi gibi o dönem henüz çocukluk dönemini yaşayan Türkiye Cumhuriyetinde hayati önem taşıyan bölümlerde eğitim vermişlerdir. 

Bu hepsi birbirinden değerli öğretmenlerden bazıları: 
Erich Frank – İnsülini bulan profesördür 
Benno Landsberge – Sümerolog, Asurolog; dünya çapında meşhur Sümerologumuz Muazzez İlmiye Çığ eğitimini Almanya’dan gelen bu bilim adamlarında almıştır 
Clemens Holzmeister – Mimar (Türkiye Büyük Millet Meclisi binasının mimarıdır) 
Alfred Marchionin – Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesini kurmuştur 
Alfred Kantorowicz – İstanbul Dişçilik Fakültesini kurmuştur 
Ernst Rudolf Reuter – Mimar/Şehir Plancısı (Batı Berlin ilk belediye başkanıdır) 

Çağdaş medeniyetler seviyesine çıkmamız ve aydınlanmamız için her şeyini veren büyük önder Atatürk’ün bu projesi de diğer projelerinde olduğu gibi Türkiye’ye çok büyük katkı ve fayda sağlamıştır. Bu 10 Kasım’da da büyük önder ölümsüz Atatürk’ü yine şükran, hasret, saygı ve sevgi ile anıyorum, nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun.

26 Ekim 2013 Cumartesi

TİFLİS

Kafkasya bölgesindeki turuma devam ediyorum ve şimdide sıra Gürcistan’ın başkenti Tiflis’e geldi. Bu yazıda sizlerle 3 günlük Tiflis seyahatimde gördüklerimi paylaşacağım. Bunu sadece bir gezi yazısı gibi değil, günlük hayatta karşılaştıklarımla, gördüklerimle de süsleyerek, zenginleştirerek sunmayı istiyorum. Daha keyifli okunacağına inanıyorum.
Gürcistan, kuzeydoğumuzda bizimle sınırı olan, Karadenize kıyısı bulunan, nüfusu yaklaşık 4,5 milyon olan küçük bir güney Kafkasya ülkesi olup güney Kafkasyada Ermenistan ve Azerbaycan arasında önemli bir role sahiptir. Başkenti Tiflis, önemli şehirleri Batum ve Gori’dir. Milli geliri kişi başı 3.000 USD civarında olan Gürcistan elinde petrol, doğal gaz gibi doğal kaynakları olmayan, ancak Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı gibi önemli bir enerji projesinin içinde olan bir ülkedir.
Tiflis havaalanı TAV tarafından inşa edilen ve işletilen küçük fakat gerekli olan tüm düzenlemeleri yapılmış şirin bir havaalanı. Gümrükten geçilmesi son derece kolay ve hızlı şekilde gerçekleşiyor. Sadece Türk Vatandaşları değil, benimle aynı uçakta olan diğer ülkelerin vatandaşlarıda oldukça hızlı bir şekilde gümrükten geçtiler. Eğer sizi havaalanında karşılayacak birisi yok ise, havaalanında bulunan döviz büfelerinde döviz bozdurmanızı ve dışarıda bekleyen siyah renkli taksilerden birine binmenizi tavsiye ederim. Havaalanı ile şehir merkezi “Old Tbilisi” eski şehir arası yaklaşık yirmi dakika sürüyor. Taksilerde taksimetre yok pazarlık usulü çalışıyorlar, havaalanından şehre sabit fiyat 50 Lari (yaklaşık 60 TL) alıyorlar.
Bu arada eski şehre giderseniz, şehre ismini veren sülfürlü sıcak su kaplıcalarını ve hamamları da görmek mümkün. Tbili Gürcü dilinde sıcak-ılık demek ve şehir merkezindeki sülfürlü kaplıcalardan esinlenilerek şehre Tbilisi ismi verilmiş. Tiflis’in ortasından, Ardahandan doğan ve Hazar denizine dökülen Kura nehri geçiyor. Bu nehir üzerinde tekne turu yapmak mümkün.  Eski şehir civarında nehir kenarında Antalya’daki falezler benzeri yapılar ve onların üzerinde şehrin en pahalı evleri var. Yine aynı yerde şehrin kurucusu kral Vahtang Gorgasal’ın da heykeli bulunmaktadır. Nehir olurda köprü olmaz mı diye soracaksınız herhalde ? Tabi bir çok eski taş köprüler,  bunların yanında barış köprüsü gibi yeni modern köprülerde Kura nehri üzerinde insan ve taşıt trafiğini sağlıyorlar. Şehrin nüfusu 1,4 milyon mertebesinde olduğundan orada bulunduğum 3 gün boyunca pek trafik sıkışıklığı görmedim.
Tarihi şehir gerçekten de görülmesi gereken bir yer. Eski binalar ki 19.yüzyıl ağırlıklı olarak inşa edilmişler, son derece düzgün bir şekilde renove ve restore edilmişler. Sokaklar ve nehir kıyısında 19.yüzyıl Avrupasında kullanılan eski tarz sokak lambaları kullanılmış. Evler ve binalarda kafeler, restaurantlar, sanat galerileri, butik oteller açılmış. Gece loş ışıklar yandığında, binaların siluetleri 19.yüzyıl sokak lambalarının huzmelerinde dans etmeye başladığında, otomobilleri bu resimden çıkarıp yerine at arabalarını koyarsanız kendinizi 19.yüzyılda Paris’te veya Londra’da sanabilirsiniz. Büyük ve yeni yapılmış modern oteller yerine tarihi şehirde butik bir otelde kalmakla iyi ettiğimi düşünüyorum.
Halk’ın çoğunluğu Gürcü, bunun yanında Ermeniler, Azeriler, Ruslar, Müslümanlar ve Yahudiler’de var. Aynı bizim Antakya örneği gibi, tarihi şehirde Ortodoks kilisesi, sinagog ve cami neredeyse aynı fotoğraf karesine girebilecek kadar birbirine yakınlar. Tarihi şehirde taştan yapılmış, son derece bakımlı Ortodoks Gürcü ve Ermeni kiliseleri bulunuyor. Şehrin diğer kısımlarında da benzer kiliseler görmek mümkün. Şehir merkezinde tarihi kısım dışındaki bulvar ve geniş caddelerde de yüzyıllık çok güzel restore edilmiş yüksek tavanlı binalar görülebiliyor. Bunlar hem konut hem işyeri olarak kullanılıyor. Bu arada bizde sokaklarda otoparkçılık yapan kişilere “değnekçi” de denindiğini herhalde çoğumuz biliriz ama bizdeki otopark kahyalarında ben hemen hiç değnek görmedim. Tiflis’de ise hemen her sokak kenarında bu tip değnekçiler var ve ellerinde gerçekten de kırmızı beyaz değnekleri var. İşte böylece değnekçi lafının nereden geldiğini de öğrenmiş olduk. Özellikle tarihi şehir etrafında bir çok kafe , restaurant, gece kulübü olduğundan bahsetmiştim, buralarda ciddi bir gece hayatı ve eğlencesi olduğunuda söylemeden geçemeyeceğim. Tifliste insanlar bize ve Avrupa’ya göre oldukça geç başlıyorlar. Sabah mesai 10:00 gibi başlıyor, ilk toplantıları 11:00’den önce yapan yok. İşe oldukça erken başlayan ve ilk toplantıları sabah 08:00’e koyan Orta Avrupalıların burada bunalıma gireceğini düşünüyorum. Sabah geç başlayında tabi öğle paydosuda sarkıyor, bunu takiben akşam yemeğinede 20:30 – 21:00 gibi oturuyorlar ve geç saatlere kadar yavaş yavaş yemek yeniyor. İyi restaurantların hemen hepsinde canlı müzik bulmak mümkün, bu bazen bir piyano olabileceği gibi birkaç kişilik küçük yöresel müzik yapan gruplarda olabiliyor. Mutfağa gelince kesinlikle aç kalmayacağınız, son derece rahat edeceğiniz bir mutfak var. Ağırlıkla et ve hamur işleri yeniyor. Tandır ekmekleri, sade ve peynirli pideler yemeklerin yanında mutlaka geliyor. Haçapuri denilen peynirli pide hemen her sofrada görülebiliyor. Et olarak dana, kuzu, domuz ve tavuk sunuluyor, balık az ve fazla tercih edilmiyor. Sebzelerden de domates, patlıcan, kabak bol miktarda kullanılıyor. Geleneksel ızgaralarda şaşlık (bizdeki şiş kebap) ve lavaş ekmeği içinde kebap yanlarında soğan piyazı ile bol miktarda tüketiliyor. Milli içecek kesinlikle şarap. Verimli üzüm bağları sayesinde çok kaliteli şaraplar içmeniz mümkün. Eğer Tiflis’i ziyaret ettiyseniz şarap almadan geri gelmemenizi tavsiye ederim.
Tabi şu ana kadar hep şehrin güzelliklerinden bahsettim. Oldukça bakımlı olan Tarihi Şehir ve Şehir merkezinden kenar mahallelere, ara sokaklara ve biraz şehir dışına doğru ilerledikçe fakirliği görmeye başlıyorsunuz. Ara sokaklar, şehir merkezinden uzak dış mahalleler oldukça fakir, bakımsız evler ve sokaklardan oluşuyor. Bir anda güzelim şehir köye dönüyor. Bakımsız, boya ve sıvaları dökülmüş evler, kırık camlar, eski araçlar, kılık kıyafeti dökülen insanlarla karşılaşıyorsunuz ve birden milli geliri kişi başı 3.000 USD olan ülke gerçeğini hatırlıyorsunuz. Bu birbirinden tamamen ayrı iki fotoğraf da gelir dağılımındaki düzensizliğin bir işareti olsa gerek.
Sonuçta Tiflis birkaç gün için gidilebilecek bir yer, daha uzun kalmaya gerek yok. Türkiye’den ulaşım kolay olduğundan henüz gitmeyenler önümüzdeki dönem seyahat planları içerisine alabilirler.
Hepinize sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir hafta sonu ve güzel bir Cumhuriyet Bayramı dilerim.

11 Ekim 2013 Cuma

ALMATİ KAZAKİSTAN

İlk kez ziyaret ettiğim Kazakistan’ın eski başkenti olan Almati ile ilgili gördüklerimi sizlere bu yazımda aktarmak istiyorum.
İstanbul’dan Almati’ye uçuş yaklaşık 4,5 saat sürüyor. Uçuşa verilen Boeing 737-800 ile tam kapasite dolu olarak uçtuğumuzdan uçak içi oldukça “kalabalık” idi. Kişisel eğlence sistemi olmayan uçakların böyle uzun seferlere verilmemesinin yolcu konforu açısından daha iyi olacağını yine aynı tip bir uçakla yaklaşık 5 saatlik Lizbon uçuşumdan sonrada yazmıştım. Hosteslerde bu uzun uçuşta yolcuları rahat ettirmek için ellerinden gelenin en iyisini yaptılar ve sürekli gelen “su”, “kola” vs taleplerine yetiştiler. Uçağa binerken merdivende gördüğüm kaptanlarımızın yüzlerinden resmen tecrübe akıyordu ve  uygun atmosfer şartlarında türbülans olmadan ve hiç sallanmadan uçtuğum için kendilerine teşekkürü borç bilirim. Kazakistan’a girerken Türk vatandaşlarından vize istenmiyor. Tüm yolcuların bir deklerasyon doldurması gerekiyor ve gümrük işlemleri çok uzun sürmüyor. Havaalanı da şehre yakın bir bölgede konumlandığından hele de oteliniz merkezde ise kısa sürede otelinize varabiliyorsunuz. Ancak havaalanında sürekli “taksi lazım mı?” diyerek peşinizden koşan,  taciz eden korsan taksicilerden uzak durmakta fayda var. Korsan taksilerde taksimetre yok ve gideceğiniz yer için pazarlık etmeniz gerekiyor. Kazık yeme ihtimalinizin oldukça yüksek olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden ben kaldığım otelden transfer talep ettim, rahat ve güvenli bir şekilde otelime ulaştım. Almati’de kalınabilecek bir çok güzel otel var, birkaç örnek vermek gerekirse Rixos, Golden Tulip, Alma-Ata ve Kazakistan Otel sayılabilir.
Almati toplam nüfusu yaklaşık 16 milyon olan Kazakistan’ın yaklaşık 2 milyonluk nüfusu ile en büyük şehridir. Ayrıca eski adı Alma-Ata olan şehir Kazakistan’ın eski başkenti olup şu anda ülkenin başkenti Astana’dır. Başkentliği kaybetmiş olsada Almati halen ülkenin ekonomi, kültür ve ticaret merkezidir. Bankaların merkezleri, Kazak hisse senedi borsası, büyük alışveriş merkezleri, oteller, kumarhaneler Almati’de güçlü bir ekonomi ve sosyal hayat sağlamışlardır.
Şehir Alatau dağlarının eteklerine kurulmuş olup, bu dağlar Almati’de yaşayanlar için oldukça çekici gezi bölgeleridir. Kazak dostlarım Almati kayak tesislerinin çok güzel olduğunu söyleyip durdular. Kayak pistlerine çıkarken büyük bir puz paten yarışı sahasından geçiyorsunuz. Milli Parkın içine girip kapalı teleferik ile pistlere çıkmak mümkün. Çimbulak kayak merkezinin en yüksek noktası 3.100 metre civarında olup uzun pistleri ile kayakseverlere hizmet ediyor.
Son derece yeşil olan ve yeşil şehir olarakda adlandırılan Almati’de bir çok park, bahçe ve hemen her yolun sağında ve solunda bakımlı, büyük güzel ağaçlar görülmektedir. Havaalanı yolu üzerinde çok geniş caddelerin ortasında bile büyük ve bakımlı ağaçları görmek mümkün. Park ve Bahçeler ise günlük hayatta insanlar için güzel kaçış ,dinlenme ve spor alanları sunuyor. Hafta sonları ise bir çok insan dağlara çıkıyor. Kimilerinin Daça denilen küçük 40 m2 – 50 m2 civarında basit bahçeli hafta sonu evleri var. Daça denilen bu hafta sonu evleri Rusya’da da çok yaygın. Hafta sonu Daça’sına gidenler bahçeleri ile ilgileniyor, meyve-sebze yetiştiriyor, çimenlerine, çiçeklerine bakım yapıyor. Temiz hava alıyor ve arkadaşları ile yemek yiyerek eğlenme imkanına sahip olabiliyor. Bunun dışında da Alatau dağlarında hafta sonu yürüyüş, tırmanma, kış sezonunda kayak, kamp yapanları görmek mümkün. Dağ şehre yakın olduğundan insanların günlük hayatları içerisinde sıklıkla yer alıyor.
Almati merkezinde yollar son derece düzgün planlanmış, cetvelle çizilmiş dikey ve yatay yollar inşa edilmiş, bunlar birbirini kesiyor ve trafik ışıkları ile yönetiliyor. Yatay ve Dikey sokakları söyleyerek gitmek istediğini yeri kolayca bulabilirsiniz veya tarif edebilirsiniz, tabi kazak alfabesini anlıyorsanız J
Şu anki trafik yoğunluğunda yatay ve dikey birbirini kesen caddeleri trafik ışıkları ile yönetmek mümkün gözüksede – ki akşamları ciddi trafik yoğunluğu şimdiden görünüyor – ilerde şehrin nüfusunun artması ile bu kavşakların tıkanacağını ön görüyorum. Artan yoğunlukta bu kavşaklara batar-çıkar tüneller yaparak trafik ışıklarından vazgeçilip trafik rahatlatılabilir. Almati’de yapımı yaklaşık 30 sene süren metro birkaç sene önce açılmış. Şu anda sadece 7 istasyonlu olan bu kısa metro’nun uzatılması için çalışmalar yapılıyor. Deneme amaçlı 1.istasyonda binip 7.ve son istasyonda indim. Beni 1.istasyona bırakan araç karayolundan 7.istasyona benden daha ince gelmişti J
Geniş caddelerde şehir merkezinde lüks giyim, saat, ev eşyası, araba satan mağazaları görmek mümkün. Dağa doğru giden geniş Dostyk (Dostluk) caddesinde lüks otelleri ve müstakil evlerden oluşmuş siteleri görmek mümkün.
Almati’de de Moskova’da tanık olduğum Lexus çılgınlığını bir nebze görmek mümkün. Ülkemizde pek satılmayan Toyota’nın bu lüks segmentinin SUV’lerini Almati caddelerinde bolca görmek mümkün. Lexus yanında Land Cruiser, Range Rover, Mercedes G, GL, ML serisi SUV’ler heryerde dolaşıyorlar. Binek de de yine Japon ve Alman arabaları revaçta. Dağlardan dolayı oldukça fazla 4x4 gördüğümü söyleyebilirim.
Almati hava durumuna gelince Ekim ayının başında alışılmadık derecede sıcak bir hava ile karşılaştım. Sıcaklık gündüz 25 C gece ise 14 C mertebelerindeydi. Yazları sıcak ama kışlarıda soğuk bir iklimi olan Almati’de bazı yıllarda kışın hava sıcaklığının -20C mertebelerine kadar düştüğü görülmüştür. Etrafdaki yeşillikten kışları bol yağış aldığıda belli oluyor.
Almati’de yaşayanların yaklaşık %60’ı Kazak , %30’u Rus , kalanıda Uygurlar, Türkmenler ve diğerleri oluşturuyor. Kazakça 1.dil , bunun yanında Rusça 2.dil ve hemen herkes Rusça biliyor ve konuşuyor. İngilizce bilme oranı oldukça düşük, bir çok restaurantda İngilizce menü bulamıyorsunuz. Kazakça ve Rusça bilmiyorsanız Kazakça menüye bakıp yemeklerin ne olduğunu anlamaya çalışmaktan başka yapacak bir şeyiniz yok. Neyse ki Kazakçada bir çok kelime Türkçe kökenli olduğundan Zaitun (Zeytin) ,Basturma (Pastırma) , Tandır (Tandır), Batılcan (Patlıcan), Borek (Börek) gibi kelimeleri anlayabiliyorsunuz. Kazak mutfağına gelince et yemekleri ağırlıklı bir mutfak. Et olarak at eti çok tüketiliyor. Özel kesimlik yetişen atların son derece yumuşak ve lezzetli etleri olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. At eti yanında, koyun, kuzu, dana eti, tavuk, sakatat yeniliyor. Pirzola, şiş kebap (Kazakça Şaşlık), Adana kebap (Lüle) , çiğer şiş bolca tüketiliyor. Bunların yanında pilav, ayran, kımız, çay içiliyor. Salatalarda domates, salatalık, biber ve maydanoz ile söğüş salatalar ve çeşitli çorbalar sunuluyor. Balık çok fazla yok, genelde sazan, turna gibi göl ve nehir balıkları bulunuyor. Özel bir iste pişirme yöntemi ile pişirilen sazan balığının güzel hafif odun kokusu karışmış tadı olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta bize yakın bir mutfak olduğundan insan Kazakistanda aç kalmaz. Kazak mutfağı yanında Uygur mutfağı, Hint mutfağı, Çin ve İtalyan mutfaklarından yemekler sunan restaurantlarda mevcut.
Dönüş yolculuğunda havaalanı prosedürlerinin oldukça kısa sürdüğünü ve rahatlıkla uçağın kapısına ulaştığımı söyleyebilirim. Tabi dönüş saatinin sabah oldukça erken bir saatte olmasının da burada bir etkisi olduğunu unutmamak gerek. Dönüş süresi yaklaşık 5,5 saat sürüyor ve yine Boeing 737-800 uçağı ile döndüm. Bu tarz uçuşlarda iki koridorlu uçaklar bence gerçekten daha fazla konfor sunabilirler.
Turist olarak gidildiğince çok fazla görülecek bir yere sahip olmayan Almati’ye eğer iş için giderseniz bu yazımın faydalı olacağını ümit eder, sizlere sağlıklı, mutlu, huzurlu ve başarılı günler dilerim.

28 Eylül 2013 Cumartesi

MOSKOVA

10 senelik bir aradan sonra yolum tekrar Moskova’ya düştü. 10 sene önce soğuk bir Aralık ayında Moskova’da karlı, buzlu soğuk birkaç gün geçirmiştim. Hava sıcaklığı -10 C mertebelerinde seyrettiğinden metro istasyonlarında, dükkanlarda, kafelerde gezmeyi soğuk sokaklara tercih etmiştim. 1980 Moskova Olimpiyatları için yapılmış olan ve tahminimce 2.000 civarı odası olan, mobilyaları 60’lardan kalma gibi görünen, yemekleri kötü, tuvalet kağıtları zımpara gibi olan Cosmos otelinde kalmıştım. Komünizmden yeni ayrılmış ne olduğunu anlamaya çalışan bir insanlar topluluğunu görmüştüm. Bir çok da şikayet eden eski Komünist düzen daha iyi diyenler vardı.
Bu sefer ise İstanbulda 25 C sıcaklığı bırakıp 5 C de olan Moskova’ya Eylül ayının son günlerinde gittim. Oteller artmış, lüks arabalar çoğalmış, lüks mağazalar alışveriş merkezleri çoğalmış durmuş.Fiyatlar ise tam anlamıyla uçmuş, otel fiyatları, yemek fiyatları, kira ve gayrımenkul fiyatları tavan yapmış durumda. Bu sefer Holiday Inn’in Moskova’daki otellerinden birinde gayet geniş bir odada, sabahları zengin bir kahvaltı eşliğinde kaldım. Tek problem tekstil fuarı sebebiyle tüm odaları dolu olan otelde asansörlerden birinin bozuk olması sebebiyle uzun süre asansör beklememdi. Aşağı düğmesine basınca hiçbir zaman boş gelmediği bir türlü binemediğim asansör problemini keskin bir Türk zekası ile yukarı düğmesine basarak asansör boşken binip önce yukarı çıkarak sonra aşağı inerek çözdüm, ertesi gün baktım kopyacı Çinli fuar katılımcılarıda aşağı inerken benim gibi önce yukarıya çıkıp asansörü boşken yakalıyorlardı. Nede olsa Çinliler işte, her şeyi kopya etmeye bayılıyorlar.
Rusya Federasyonunun başkenti Moskova’nın nüfusu aynı İstanbul gibi resmi olarak 12,5 milyon olup, gerçekte yine İstanbul gibi yaklaşık 15 milyon olarak tahmin ediliyor. Moskova nehrinin içinden geçtiği bu şehir Dünya'nın en yoğun işleyen, mimarisi ve istasyonları ile ünlü  Metro sistemine sahiptir. 1931’de başlayan Metro inşaatı halen devam etmekte olup yeni hatlar eklenmektedir. 182 istasyonda günde yaklaşık 10 milyon insan taşınmaktadır. Toplam 12 hattı bulunan Metro’da hatların farklı isim ve renkleri olduğundan kullanım çok kolay olup Moskova’ya gelen turistler sanat eseri olan istasyonları mutlaka ziyaret etmektedirler. Bugüne kadar 1980 Yaz Olimpiyatları, 2009 Eurovision Şarkı Yarışması gibi Uluslar arası organizasyonlara ev sahipliği yapmıştır. Bir çok istatistiğe göre yaşamak için dünyanın en pahalı şehridir.
Moskova’da hava durumu kara iklimi şartlarına bağlı olup kışlar soğuk, yağışlı, kuru (nemsiz), uzun, karlı ve buzlu geçmektedir. Ocak-Şubat aylarında -10C oldukça normal sıcaklıklar olup -20C mertebelerde bazen görülmektedir. Hava kuru olduğu için benim gibi İstanbul’un nemli ortamına alışkın insanlarda cilt kuruluğu görülme riski olduğundan yanınızda nemlendirici kremler taşımanızda büyük fayda vardır. Yazın ortalama 18C – 20C mertebelerine kadar çıkan hava sıcaklığı eğer gelen sıcak hava dalgası ile 25C mertebelerine gelmiş ise Moskovalıları şehrin her yerine dağılmış bulunan son derece bakımlı bol ağaçlı ve yeşil parklarda sere serpe yayılmış görebilirsiniz.
Ülkenin en önemli kültür merkezlerinden olan Moskova’da birçok Üniversite, Lise, Teknik Okul bulunmaktadır. Moskova Devlet Üniversitesi, Moskova Teknik Üniversitesi gibi son derece prestijli okullar Moskova’dadır.
Şehrin içinden geçen Moskova nehri oldukça büyük bir nehir olup üzerinde nehir taşımacılığı ve turistik turlar yapılmaktadır. Nehir Volga nehrine de bağlanmıştır. Üzerinde birçok köprü vardır. Bu köprülerin büyük kısmı taşıtlara ayrılmış olmasına rağmen sadece yayaların kullanabildiği köprüler de vardır. Moskovalılar hiç trafiğe girmeden bu yaya köprüleri ve yaya yolları sayesinde yürüyerek şehirde uzun mesafeler alabildiklerini söylemektedirler.
Moskova’nın İstanbul gibi bence en büyük problemi trafik. İstanbul’a göre çok daha iyi planlanmış yol ve otobanları olmasına rağmen araç sayısının ve insan sayısının çokluğu sebebiyle ciddi bir trafik problemi ile boğuşuluyor. Oysaki caddeler oldukça geniş, 4 şerit, 5 şerit yollar birçok yerde var. Planlama da oldukça iyi, Moskova şehrinin merkezini Kremlin olarak alırsak kenti çepe çevre dönen 3 otoban var. Bunlar iç, orta ve dış otobanlar. Dış otobanın çevresi 100 km civarında, bu otobanları bir birine bağlayan birçok diyagonal yol var. Bu diyagonal caddeler sayesinde bir çevre yolundan diğerine geçmek mümkün. Trafiğin ne durumda olduğunu gösteren internet bazlı siteler olmadan araba kullanmak akıl karı değil. 25 km’lik ofis havaalanı yolunu 2 saat sürede aldığımı söylersem herhalde anlaşılır olurum diye düşünüyorum. Bu arada Moskova’da 4 Uluslar arası ve 2 Domestik havaalanı olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Türk Hava Yolları şehrin güneyindeki Vnukova havaalanına uçmaktadır. Güzel ve rahat bir havaalanı olduğunu söyleyebilirim. Eğer Business Lounge’a girerseniz direkt olarak Lounge içindeki pasaport kontrolünden geçip rahatça uçağınıza binebiliyorsunuz, güzel bir imkan olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Moskova’da nereler görülmeli diye sorarsak şöyle birkaç önemli yeri sizlerle paylaşmak isterim:
Tabi en başta Kızıl Meydan, Kremlin,Katedral Meydanı, Büyük Kremlin Sarayı, Çar Topu, Çar Çanı, Aziz Vasili (Blajenni) Katedrali, Lenin’in Mozolesi, Bolşoy Tiyatrosu, sonrasında Tarih Müzesi, Puşkin Müzesi, Moskova Metrosu İstasyonlarını , Arbat sokağını sayabilirim.
Tüm bunların dışında benim için, bizim için çok önemli bir başka yerde Nazım Hikmet’in yattığı Ünlü Novodevici Mezarlığıdır. 10 sene önceki Moskova ziyaretimde gittiğim bu mezarlıkta o zaman Raisa Gorbaçov yeni vefat etmişti ve mezarı yeni yapılmıştı. Mezarlıkta bir çok Rus politikacı, asker, bilim adamı yatmaktadır. Mezar taşı siyah bir granitten olup meşhur şiirlerinden biri olan rüzgâra karşı yürüyen adam figürü taş üzerinde ebedileştirilmiştir.
Moskova’ya gelip de Rus mutfağını ve Votka’yı tatmadan gitmek olmaz diye düşünerek değişik yerel lokantaları da deneme fırsatı buldum. Yemekten önce masaya siyah, bol tahıllı, beyaz ekmek çeşitlerinin getirilmesi biz Türkler için oldukça iyi oluyor. Rus mutfağında kırmızı et, beyaz et, balık hepsi kullanılıyor. Bu etler hem sıcak olarak yemeklerde, yanında ağırlıklı olarak patates ve mantar ile beraber pişirilirken, aynı zamanda füme olarak da meze şeklinde masalarda yerini alıyor. Etli ve sebzeli hazırlanan Borç çorbası, içine mayonezli bir krema karıştırılarak çok fazla tüketiliyor. Börek, mantı, içi etli veya sebzeli çörek gibi bize tanıdık gelen yemeklerle Rus mutfağı rahat yenen biz Türklerin yabancılık çekmeyeceği bir mutfak. Yemekle birlikte votka içmek adet haline gelmiş. Rusya’da bir çok bilinen votka markası var, hangisi en iyisi diye sorarsanız her kafadan ayrı ses çıkıyor. Bu yüzden ben hepsi güzel diyorum.

Range Rover, Mercedes, BMW, Audi, Lexus, Hummer gibi lüks arabaların hem de modifiye modellerinin sokakları doldurduğu Moskova’da çok kazanan ve çok harcayan bir kesim olduğu anlaşılıyor. Ne yazık ki bunun yanında az kazanan ve bu pahalı şehirde yaşam savaşı veren milyonlar da var.

İnsanın hayatında en az bir kez gitmesi gereken şehirler arasında saydığım Moskova hakkında size kısace bazı bilgiler aktarmaya çalıştım. Henüz görmemiş olanlar için faydalı olacağını, görmüş olanlar içinde küçük bir hafıza tazeleme olacağını düşündüğüm bu yazımı burada noktalıyorum ve sizlere güzel bir hafta sonu diliyorum.  

18 Temmuz 2013 Perşembe

PORTEKİZ ve PORTO


Sevgili Okurlar, Portekiz gezisinin yazı dizisi şeklinde hazırlamaya çalıştığım yazılarının sonuncusunu bugün sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Bu yazıda seyahatimin son durağı olan Porto’yu sizlere tanıtacak gördüklerimi paylaşacağım.
Porto, Atlantik okyanusuna bakan Portekiz’in kuzeyinde bulunan bir şehir olup içinden, aynı Lizbon’da olduğu gibi bir nehir geçmektedir. Duoro ismindeki bu nehir Porto ve Gaia şehirlerini birbirinden ayırmaktadır. Yani nehrin bir tarafı Porto iken diğer tarafı Gaia’dır. İstanbul boğazının iki yakasının iki ayrı şehir olduğunu düşünürseniz benzer bir tabloyu hayalinizde canlandırabilirsiniz, hoş bu gidişle İstanbul’da o da olacak gibi ya neyse…..
Porto merkezin nüfusu 400.000 kişi iken, büyükşehir metropolitan nüfusu 1,5 milyon civarındadır. Eski Porto’da şehir merkezi Portekizdeki bir çok yer gibi Unesco Dünya mirası listesine alınmıştır. Bu anlamda oldukça şanslı bir ülke olan Portekiz’i ziyaret etmek için işte size bir neden daha…
Ben Porto’da eski Porto denilen nehir kıyısında , eski binaların restore edilmesi ile yapılmış olan küçük odalı orjinali eski olan çok hoş bir otelde kaldım. Odanın penceresinden Duoro nehri üzerindeki köprüler, karşı Gaia tepeleri ve Porto şarabı üreticilerinin binaları ve kısmen de olsa nehir manzarası vardı. Hem gece aydınlatılan köprüler ve karşı tepelerin güzelliğini hemde gündüz güzelliğini doyasıya izledim. Nehir kenarındaki eski ve küçük balkonlu evlerin balkonlarında uçuşan elbiseler, Sardalya festivalinden kalan süslemeler ile eski Porto müthiş bir atmosfere sahip, bir tarafta Okyanusa dökülen bir nehir kenarında olmasına rağmen ortama yayılan Akdeniz havası ve romantizm kokusu, beraberinde 1950 ve 1960’ların Sophia Loren’li İtalyan filmlerinin o romantik, muzip, şakacı ama aynı zamanda hüzünlü ortamı, balıkçılar, balık ağları, nehirde tur yapan tekneler, kafeleri, restaurantları, sokakları dolduran insan gibi insanlar… Turistik bir şehirden çok zamanda kalmış bir mekana benzettim…Hediyelik eşya satıcıları olmasa aklıma turistlik yapmak bile gelmeyecekti belki… Aklım büyüleyici Porto’da kalırken şehrin kokusuda büyülenmiş olan bendenizin burnunda, tadı damağımda kaldı…
Douro nehrinin ağzına bakan tepeler boyunca kurulmuş ve 2000 yıllık müthiş bir tarihe sahip bu kentin merkezinin Unesco Dünya mirası listesine girdiğini daha önce belirtmiştim. Porto’da çok eski kilise ve katedraller (Oporto Katedrali, Cedofeita Kilisesi) yanında neoklasik ve romantik çağ ürünün 19.yüzyılda inşa edilmiş Kristal Sarayı, Borsa binası, St.Bento Tren istasyonu gibi binalarıda görmek mümkündür. Özellikle müthiş güzel bir bahçe içinde bulunan Kristal Sarayı görülmeye değer bir yer. Eski Porto’daki binaların bir çoğunun dışında mavi beyaz porselenlerr görmek mümkün, porselen kaplama Lizbon’da da dikkatimi çekmişti, evlere binalara ayrı bir hava veriyor bence. Bu porselenlerle Ortaçağdan kalma kraliyet figürleri, denizcilik ile ilgili veya dini figürler resmedilmiş. Porto’nun en eski tarihi kafesi Majestik Cafe, 100 yıldan uzun zamandır açık olan, içinde fotoğraf çekmenin bile yasak olduğu tarihi Porto Lello kitapevi, tepelere kurulmuş olan Porto’da yukarı ve aşağı inip çıkmayı kolaylaştıran asansör ve raylı sistem, Özgürlük meydanı ilgi çeken mekanlar.
Porto’ya gelipde Duoro nehri üzerine inşa edilmiş olan köprüleri görmeden ve bunlardan bahsetmeden olmaz. Köprülerin en meşhur olanı, tamamen demirden Paris’deki Eiffel kulesinin mimarı Gustave Eiffel tarafından inşa edilmiş olan Ponte Louis köprüsü. Ponte Louis üzerinden hem araçlar için otoban, hem de trenler için raylı sistem var. Gece ışıklandırılan köprü müthiş görüntüler veriyor. Tabi Duoro üzerinde nehir turu yapan tekneler ile tur atıp nehirden iki yakayı görmek de oldukça keyifli diyebilirim.
Porto’ya gelipde Porto şarabı turu yapmadan ve Porto şarabı tatmadan ayrılmak olmaz diyerek bende Gaia tepelerinin eteklerindeki bir çok tarihi şarap üreticisinden birini ziyaret ederek Porto şarabının nasıl yapıldığını, nasıl saklandığını, nasıl içildiğini gördüm, yıllanmış çeşitli ve farklı şarapları tattım, en güzelinin ise 20 yıllık vintage port olduğunu söyleyebilirim. Porto şarabının yapıldığı üzümler Duoro bölgesindeki verimli topraklarda yetişir. 40’a yakın çeşit üzüm üretilir ve şarapda çeşitli karışımlar kullanılır. Porto şarabıda bir kültür mirası olduğundan Portekiz hükümeti tarafından 1756 yılındaz çıkartılmış bir yasa ile korumaya alınmıştır. Formülü sır gibi saklanmaktadır. Porto şarabı alkol derecesi normal şaraplardan daha yüksek olan, mayalanması sırasında fermantasyonu durdurarak içine brandy katılarak viski ve sherry fıçılarında yıllandırılan, uzun yıllar dayanan ve olgunlaşan, likör gibi içilen çok özel bir şarap. Tatmanızı ve yemek sonrası tatlı ile beraber kararınca tüketmenizi öneririm.
Porto yeme içme konusuna gelince tartışmasız balık ve deniz ürünlerini öneririm. Mevsimindeyseniz mutlaka sardalya ızgara’yı denemelisiniz, yanında özel közde patlıcan isteyebilirsiniz. Tabi sardalyaların içleri temizlenmeden pişirildiğini hatırlatmak isterim ama öyle güzel ve kolay ayıklanıyor ki parmaklarınızı bile yiyebilirsiniz. Tabi gezimizin son gecesi Kuzey Portekiz’in Michelin yıldızlı restaurantı The Yeatman’da Portekizli müthiş Şef Ricardo Costa’nın menüsünü nefis şaraplar eşliğinde tatma imkanı bulma mutluluğu midemize, damağımıza ve ruhumuza ayrı bir mutluluk kattı.
Birkaç gün her şeyi unutup romantizm yaşamak için ideal bir adres olan Porto’yu gezilecek yerler listenizin en üstlerine yerleştirmenizi tavsiye ederek yazıma son veriyor hepinize sağlıklı, mutlu, huzurlu günler ve güzel tatiller diliyorum.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

PORTEKİZ ve LİZBON (devam II)



SİNTRA VE CASCAİS

Portekiz ve Lizbon’a yaptığım bir haftalık seyahat sonrası gördüklerimi paylaşmaya devam ediyorum. Bu yazıda sizlere Lizbon’dan çok da uzakta olmayan iki yeri tanıtmaya çalışacak ve gördüklerimi sizlere aktarmaya çalışacağım.

İlk bahsedeceğim yer Sintra. Sintra Lizbon büyük şehir (Metropolitan) belediye sınırları içinde kalan , Lizbon merkezden araba veya otobüs ile yaklaşık 1 saatlik bir seyahat sonucu ulaşılan, ayrıca Lizbon merkezden tren ile de kolaylıkla ulaşılabilen, 19.yüzyıl romantizm dönemi mimarisi ve olağanüstü bahçeleriyle Lizbon’a gelen turistlerin hemen hemen hepsinin ziyaret ettiği bir yer. Sintra Portekiz’in krallık dönemlerinde Kraliyet ailesinin yazları geçirdikleri yerlerin başında geliyordu. 10.yüzyıldan kalma eserlerin yanında 15. ila 19. Yüzyıl arası inşa edilmiş olan kraliyet sarayları, şatolar, kiliseler, büyük bahçeli evler ile Sintra 1995’de Unesco dünya mirası listesine girmiştir.
Rivayete göre Kristof Kolomb büyük keşif seyahatine çıktığında ters bir rüzgar ile gemisinin kontrolünü kaybetmiş, Sintra kayalıklarını zamanında fark ederek gemisinin kayalıklara çarpmasını engellemiş ve Lizbon limanına doğru yelken açarak kurtulmuştur.
Sintra’daki Penaferrim Kilisesi 10.yüzyıldan kalmadır. Manastır ise 14.yüzyılda inşa edilmiştir. Sintra’nın en önemli eserlerinden olan Pena Kraliyet Sarayı 18.yüzyılda inşa edilmiştir. Sintra’nın en yüksek tepesine inşa edilen bu saray uzun yıllar Kraliyet ailesine ev sahipliği yapmıştır. Bu saraydan açık havalarda Lizbon gözükebilmektedir.
 
Pena sarayı yanında bence çok etkileyici olan bir diğer sarayda Quinta de Regaleira sarayıdır. Romantizm dönemi mimarisini gösteren ve içinde küçük bir şapel olan bu eser harikulade güzel bir bahçenin içinde bulunmaktadır. Bahçede süs havuzları, çok çeşitli bitki ve ağaçlar, küçük göller bulunmaktadır. Bu eserde Unesco dünya mirası listesindedir. Öncesinde Regaleira ailesine ait olan bu eseri sonrasında Carvalho Monteiro tarafından satın alınmış ve Palace of Monteiro olarakda anılmaya başlanmıştır. Monteiro araziyi İtalyan mimar Manini ile yeniden tasarlamış araziye ve bahçeye enigmatik binalar yaptırmış ve bu binaların içlerini simya, mason, tapınak şövalyeleri , rozkruvalar ve denizcilik sembolleri ile süslemiştir. Arazi içinde küçük de bir şapel bulunmakta, şapelin altındaki tünelden bahçeye de çıkılabilmektedir. Şapelde yine tapınak şövalyelerinin haçını ve her şeyi gören göz sembolünü görmek mümkündür.
 
Keyifli bir gün geçirmek için gidilmesini mutlaka önerdiğim Sintra’da öğlen Portekiz mutfağının spesyallerini şarap eşliğinde tadabilir, küçük sokak kahvelerinde soluklanıp kahve, soğuk içeçekler alıp yorgunluğunuzu atabilir, dar sokaklardaki hediyelik eşya dükkanlarından Sintra hatıraları, meşe mantarından yapılmış çanta, cüzdan, şapka ve benzeri aksesuarları satın alabilir kısaca güzel bir gün geçirebilirsiniz.

Size bahsetmek istediğim ikinci yer ise Cascais. Burasıda Lizbon metropolitan belediyesine bağlı bir ilçe olup Lizbon merkeze yaklaşık 30 kmdir. Araba veya Otobüs ile otoban üzerinden veya daha güzeli, ve benim yaptığım gibi Lizbon’dan sahil yolu üzerinden gidilebilir. Sahil yolundan gitmek yolu uzatmakla beraber kıyı şeridini, restaurantları, plajları, otelleri görmek için iyi bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Cascais’a tren seferleri de yapıldığından tren ile de gelmek mümkündür.

Geçmişte sadece balıkçılık yapılan ve Lizbonu’un balık ihtiyacının çoğunu karşılayan bu bölge, Kraliyet ailesinin 18.yüzyıl sonlarında yazları buraya gelip denizden faydalanmaları sonucunda basit balıkçı kasabasından , turistik bir merkeze dönüşüm yolunda ilk adımları atmıştır. Atlantik kıyısında Estoril diye anılan bölgede olan Cascais’da günümüzde de balıkçılık yapılmaktadır. Kıyıda balıkçı barınakları ve kabuklular için denize atılan sepetler, balık ağları görülmektedir. Balıkçılık dışında ticarette, gemilerin Lizbon öncesi durak noktası olduğu için, Cascais için özellikle önemli olmuştur.
Günümüzde Cascais hem yerli hem yabancı turistlere hitap eden otelleri, restaurantları, marinası, gezilecek yerleri ile bir çekim merkezi haline gelmiştir. Deniz mevsiminide gittiyseniz plajlardan denize girebilir, restaurantlarda deniz mahsüllerinin tadına varabilir, hatta bir kaç günlük romantik bir butik otelde konaklayabilirsiniz. Bunun dışında deniz müzesini ziyaret edebilir, deniz kenarındaki kaleyi gezebilir, kalenin içine inşa edilmiş butik otelde kahve içebilirsiniz.

Lizbon’a kadar gelip , Lizbon’un sayfiye bölgesinide görmek isteyenlerin keyifle dolaşabilecekleri Cascais’a , vaktiniz var ise gitmenizde fayda olduğunu düşünüyorum.



7 Temmuz 2013 Pazar

PORTEKİZ ve LİZBON (devam)




GÜLBENKYAN MÜZESİ - LİZBON

Kalust Gülbenkyan ismini daha önce hiç duydunuz mu bilmiyorum , ben bir süre önce gazetede küçük bir tarih haberinde bu isme rastlamıştım. Osmanlı döneminde İstanbulda doğmuş bir Ermeni olduğunu, petrol işinden servet kazanmış bir işadamı olduğu gözüme çarpmıştı. Lizbon’da otellerde müşterilere verilen ve şehrin gezilebilecek park, müze ve benzer görülmeye değer yerlerini gösteren broşürde Gülbenkyan müzesini görünce gidip görmek istedim.

Kalust Sarkis Gülbenkyan, petrol sanayinde başarılı olmuş, petrol sanayisinin gelişmesine katkıda bulunmuş, önemli bir uluslar arası çevre yapmış, uluslar arası alanda tanınmış Ermeni asıllı Osmanlı devleti vatandaşıdır. 1869’da Üsküdar’da doğmuş ve 1955’de Lizbon’da ölmüştür. İlköğretimini, benim gibi Kadıköylü olanların bildiği ve önünden birçok kez geçtiği Aramyan-Uncuyan okulunda ve sonrasında Saint Joseph Fransız lisesinde yapmıştır. Devamında İngiltere’ye giderek petrol ve jeoloji mühendisliği eğitimi almıştır.
Petrolün dünya ekonomi ve siyasetindeki önemini erken kavrayan Gülbenkyan Kafkasya’da petrol yataklarını incelemiş, bunlarla ilgili yabancı dergilerde makaleler yazmış ve devamında dönemin padişahı II.Abdülhamit’in isteğiyle Osmanlı’ya Kafkasyadaki ve Mezopotamyadaki petrol yataklarının değerleri hakkında rapor sunmuştur. Keşke o petrol yatakları şu anda bizim olsaydı diye düşünmeden edemiyor insan.

Günümüz petrol devi Shell’in kuruluşunda da görev alan Gülbenkyan 19.yüzyıl sonlarında Fransa’da Osmanlı elçiliğinde mali müşavir ünvanıyla memurlukda yapmıştır. Bu arada İngiliz vatandaşlığı almasına rağmen Osmanlı kendisinden Osmanlı Bankasında petrol danışmanı olarak faydalanmıştır. 1912’de Irak petrollerini işlemek üzere kurulan Turkish Petroleum Company firmasına %15 ile hissedar olan Gülbenkyan , Osmanlı’nın 1.dünya savaşını kaybedip parçalanmasını müteakip kurulan yeni Iraq Petreleum Company’de %5 hisse sahibi olmuştur. İşte bu hissesinden dolayı sonrasında Mr.Five Percent – Bay Yüzde Beş olarak da anınmaya başlanmıştır.

1930’lardan itibaren hayatının sonuna dek sanat koleksiyonculuğu konusuna odaklanmış, petrol hisselerinden gelen muazzam servet ile dünyanın dört bir yanından sanat eserleri toplamıştır. Topladıklarını önce Paris’de , sonra Londra’da , en sonunda ise 1942’de yerleştiği ve ölene kadar yaşadığı Lizbon’da tek bir çatı altında toplamıştır. Bunun için Kalust Gülbenkyan vakfını kurmuş ve servetini vakıfa bağışlamıştır. Müze hayali ise kendisinin ölümünden sonra Lizbon belediyesinin Gülbenkyan vakfına Lizbonda büyük bir araziyi vermesi ve yıllar boyunca dünyanın çeşitli ülkelerinden toplanan eserlerin bir araya getirilmesi ile gerçekleşmiştir.

Müze Lizbon’da Avenida de Berna yani de Berna bulvarında büyük bir arazi içerisinde yataya yayılmış büyük binalar ve bahçeler şeklinde bulunmaktadır. Metro veya taksi ile kolaylıkla ulaşılabilen bir yerdedir. Müzenin yanında bina kompleksi içinde vakıf ofisleri, sergi alanları, toplantı ve çalıştay odaları, kafeterya , hediyelik eşya dükkanları da bulunmaktadır. Sadece müze girişi 4 EUR olup , müze yanında sergi salonlarınıda gezmek isteyenler için giriş 8 EUR’dur. Müzede yaklaşık 6.000 parça eser bulunmakta ve bu eserler dönemlerine veya imal edikleri ülke ve bölgelerine göre farklı odalarda sergilenmektedirler. Örneğin Mısır dönemi eserleri, Yunan-Roma dönemi eserleri , Mezopotamya eserleri, Doğu İslam eserleri, Ermeni eserleri, Uzak Doğu eserleri, Gümüş eserleri gibi müze bölümleri vardır. Avrupa eserleri için de özel odalar ayrılmış ve Avrupa ressamları , Avrupa heykel ve büstleri, Avrupa mobilyaları gibi özel bölümler oluşturulmuştur. Bazı ressamlara özel odalarda ise sadece o ressamları eserlerini görmek mümkündür.

Müzeden sonra gittiğim sergi alanında ise Afrika konulu bir fotoğraf sergisini görme şansım oldu. Kara kıta Afrikadaki bir çok ülkedeki fakirliğin, geri kalmışlığın, üzüntünün, nefretin, öfkenin, ezilmişliğin, değersizliğin çok açık gözüktüğü insanın içini acıtan vurucu, çarpıcı fotoğrafları görme şansım oldu.

Yaklaşık 3 saat geçirdiğim Gülbenkyan müzesinden mutlu bir şekilde ayrılırken, keşke bu eserler Kalust Gülbenkyan’ın doğduğu ve büyüdüğü İstanbul’da bulunsa ve İstanbul’da sergilense diye içimden geçirdim. Eminim Türkiye’den gelip müzeyi gezenlerin hemen hepsi benzer duygular ile müzeden ayrılmışlardır.

Lizbon’a yolu düşenlere şiddetle tavsiye edeceğim bu müze ve kurucusu Kalust Gülbenkyan hakkındaki bu kısa yazımında böylece sonuna gelmiş bulunuyorum.

Hepinize iyi bir hafta diliyorum.