22 Aralık 2012 Cumartesi


BEŞİKTAŞ’IN İLK DEVRE PERFORMANSI
Öncelikle futbol eleştirmeni olmadığı belirtmek isterim. Ancak iyi bir futbol izleyicisiyim ve Beşiktaş sevdalısıyım. Bu sebeple Beşiktaş hakkında her zaman düşünür, fikir yürütür ve daha iyi yerlere gelmesini isterim. Bu sezonun başındaki transferleri, gelenleri ve gidenleri gördüğümde, rakiplerin transferlerine baktığımda bu sezon Beşiktaş’ın ilk 5’e girmesinin bir başarı olacağını düşünmüştüm.  Arka arkaya kaybedilen 3 maçtan (Gaziantep, Sivas ve Fenerbahçe) sonra ise bu tarz futbol ile ilk 5’in bile hayal olacağını düşünüyordum. Daha sonra çıkışa geçen Beşiktaş bir çoğumuzun tahmin edemeyeceği bir futbol oynamaya başladı. Ancak halen sezon başındaki düşüncemi koruyorum ve sezon sonunda Beşiktaş’ın ligi ilk 5 içinde bitireceğini düşünüyorum. Peki neden böyle düşünüyorum?
Öncelikle ilk devrenin tüm maçlarının tamamlanması sonucunda oluşacak tabloyu tahmin etmeye çalışalım. Galatasaray’ın ilk devreyi lider yada ikinci bitireceği kesinleşti. Antalyaspor kalan iki maçını kazanırsa 33 puanla ligin zirvesinde olacaktır. Fenerbahçe son maçını kazandığı takdirde ki kazanacaktır 30 puana ulaşacaktır. İlk 4 bu takımlardan oluşacak ve tüm maçlar bittiğinde Beşiktaş büyük ihtimalle 4.olacaktır.
Beşitaş’ın son 10 yıllık istatistikliklerde ilk devrelerde ortalama topladığı puan 32’dir. Bu sene ise 30 puanda kalmıştır. Yani aslında puan olarak son 10 yıl ortalamasının altındadır. Buna karşılık attığı gol ortalaması 28, yediği gol ortalaması 17’dir. Bu sene ise 38 gol atıp 25 gol yemiştir. Bu anlamda ortalamaların üzerindedir. Bence bu sene Beşiktaş’ın bizleri şaşırtan tarafı bu kadar kolay ve çok gol atması ama aynı zamanda da bu kadar kolay ve çok gol yemesidir ki bunları da analiz edeceğiz.
Eğer Beşiktaş ilk devredeki Galatasaray, Trabzon, Eskişehir ve Bursa maçlarını beraberlik yerine galibiyetle tamamlasaydı ki bana göre hepsinde kazanmayı hak etmişti, o zaman ilk devreyi 38 puanla lider olarak tamamlar ve o zaman bence şampiyonluğun ilk ve en güçlü adayı olurdu. İşte bu dört maçta kaybedilen 8 puan bence ilk devredeki en büyük problem olmuştur. Şampiyon olamaz ise işte bu dört maç yüzünden olamayacaktır.
Bu sene takıma baktığımızda tabi birçok problemin olduğu görülmektedir. Takım sol beksiz oynamaktadır. İsmail’in sakatlığı sebebiyle, normal şartlarda ilk 11 oynaması çok zor olan Uğur Boral yokluktan dolayı sol bek oynamaktadır. İsmail’in olduğu bir takımda ilerde solda Olcay oynayacağı için Uğur ne yazık ki ancak ilk 18’de oynayabilecektir. Uğur’un da sol bek olmadığı açık ve seçik gözükmekte, Beşiktaş o kanattan sürekli atak ve gol yemektedir. Umuyorumki yönetim devre arasında transfer döneminde ilk önceliği sol beke verecektir. Sağ bekte de Hilbert’in alternatifi yoktur. Hilbert bence bu sezonun gizli kahramanıdır ama yerine alternatif olacak bir oyuncu ihtiyacı vardır. Yönetimin bunuda düşünmesi gereklidir. Defansın ortasında kağıt üzerinde stoper problemi yoktur. Ersan, Sivok, Toraman ve Escude kağıt üzerinde çok iyi gözükmektedir. Ancak iş sahada oynamaya gelince defans ortasında arkaya atılan toplarda veya yan ortalarda stoperlerin geç kalması sebebiyle Beşiktaş bir çok gol yemiştir. Dolayısıyla Samet hoca defans ortasındaki oyuncularının form durumlarını mutlaka artırmak zorundadır. Beşiktaş ilk devre 2-0 , 3-0 gibi net skorlara ulaşmış ama bunu koruyamamış ve beraberlikler alarak puanlar kaybetmiştir. Kolay gol yemesinin temel sebebi budur.
Orta sahasında sezon başında Fernandez dışında top yapacak oyuncu kalmadığı eleştirisi çok yapılmıştır. Veli ve Necip defans ağırlıklı, rakibi bozan oyun yapısına sahip oyuncular olduklarından, topu alıp insiyatif kullanıp dikine ilerleyen ve forvetlere pozisyon yaratan oyuncular olarak görülmemekteydiler. Oğuzhan ve Olcay’ın nasıl birer performans gösterecekleri ise meçhuldü. Almeida geçen sezonlarda bir türlü gerçek yüzünü gösterememiş, Queresma takım dışı kalmış, Simao ve Ernst ayrılmış, Holosko ve Mustafa Pektemek inişli çıkışlı yıllar geçirmiş, Mustafa Pektemek sakatlanınca her gittiği takımda problem olan ve çıkartan Batuhan alınmıştı. Holosko gidiyor kalıyor derken son dakikada takımda kalıp kampa bile geç katılmıştı. Takımda bir gençleşme görülmekte ama tecrübe eksikliğide ilk bakışta kendini gösteriyordu. Samet hoca’da böyle bir takımda ilk yapılacak şey olan “çok koşan çok mücadele eden bir takım yaratacağız” mesajını vermeye başlamıştı. Genç ve tecrübesiz takımların yapacağı ilk şey koşmak ve mücadele etmektir.
Gerçektende Beşiktaş çok koşan çok mücadele eden, gol atmak için hızlı oynayan, üçgenler ile paslaşarak topu rakip sahaya taşıyan ve kaliteli birkaç oyuncusu ile kolay gol pozisyonuna giren ve kolay gol atan ama defans yapmaya gelince geriye gelemeyen, yardımlaşamayan, adamını kaçıran, orta sahada presi düşüren, defans arkasına atılan toplarda problem yaşayan, sol kanattan atak yiyen, stoperleri hemen her maçta hata yapan bir takım hüviyetine büründü. Yediğinizden fazlasını attığınız müddetçe kazanırsınız ama ya bir gün atamazsanız….İşte o gün gol de yemememiz gerekmektedir.
İlk devrenin tartışılmaz en iyi oyuncusu Fernandez’di , oynamadığı maçlarda eksikliği kesinlikle hissedildi. Oğuzhan parlayan yeni yetenekdi. Fernandez ile beraber çok daha yaratıcı ve göze hoş gelen bir futbol oynadı. Fernandez’in olmadığı maçlarda üzerine düşen yükün ağırlığı altında ezilse de yeteneklerini gösterecek fırsatlar buldu. Oğuzhan gelecek 10 yılın starı olmaya aday. Umarım fizik gücünü geliştirir, mücadele etmeyi öğrenir. Müthiş yeteneği ve top tekniği yanına mücadeleyi de ekleyebilirse önümüzdeki yıllarda kendinden çok söz ettirir. Almeida gol atmayı kafa ile de olsa hatırladı ama karşı karşıya kaldığı topları gol yapamaması eleştiri topladı. Bence bu sene Almeida’nın takıma diğer katkısı da ilerde yaptığı hücum pres oldu. Holosko her ne kadar Beşiktaş’daki en iyi sezonunu yaşasa da, içerdeki maçlarda 8 gol atsa da halen sakarlığından kurtulamadı ama ilk devre Beşiktaş’a gerçekten faydalı işler yaptı. Olcay’ın ne kadar iyi futbolcu olduğu konusunda kararsızım. Bazı maçlarda inanılmaz işler yaparken bazı maçlarda sahada gözükmedi. Konsantrasyon problemi olabilir ama kumaşının iyi olduğu belli. Çok çalışması, gol vuruşlarını düzeltmesi ve mücadelesini artırması lazım. Attığından çok daha fazlasını da kaçırmıştır.
Bu sene Beşiktaş’ın golcü kimliğinin öne çıkmasında işte bu oyuncuların Fernandez, Oğuzhan, Olcay, Holosko ve Almeida’nın ciddi payları vardır. Fernandez ve Oğuzhan oyunu dikine oynayabilen, rakip oyuncuyu çalım ile azaltan, araya top atan, görerek orta yapan yaratıcı oyuncular olarak göze çarpmışlardır. Almeida hava hakimiyeti ile, Holosko sürati ve arkaya yaptığı koşular ile goller atmışlardır. Olcay ise hem kanat oyuncusu olarak top taşımış hemde Almeida’nın boşalttığı yerlere girip goller atmıştır. Fernandez , Oğuzhan, Olcay üçlüsünün paslaşmaları kurdukları üçgenler , kısa paslar ile Almeida güzel goller atmıştır.
Necip bu sene geçen yıllara göre üzerine daha çok koyarak geliyor. Özellikle Fernandez ve Oğuzhan’ın oynadığı maçlarda Necip daha rahat oynuyor. Mücadele gücü yüksek ama yaratıcılık tarafı ve golcülüğü zayıf, o taraflarda daha çok çalışması gerekiyor. Veli takım tam ise ilk 11’de oynayamayacak ama ilk 18’de olup fırsat bulduğunda tüm gücü ile savaşması gereken bir oyucu. Hilbert’in ilk devrenin gizli kahramanı olduğunu daha önce yazmıştım. Hem defansta hem ofansta kendini aşan bir devre geçirdi. Biraz daha iyi ve adrese teslim orta yapsa ne iyi olur diye düşünüyorum ama o durumda da zaten İspanya veya İtalya’da rahatlıkla oynar. Toraman’ında fedakarlıkla hoca nerede oynatırsa oynatsın elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığı görülüyor. Sivok ve Ersan beraber oynadıklarında hata da yapsalar, Sivok’un duran toplarda faydalı işler yaptığını da ve goller attığını da unutmamak gerek. En sonda da gelelim kalecilere. McGregor son birkaç maçta formda gözükse de bence beklenenin altında bir performans gösterdi. Cenk ise zaten tüm devre boyunca beklenenin altında performansdaydı. Geçen senede hatırlarsanız bir çok maçta kaleyi 40 yaşındaki Rüştü korumuştu. Dolayısıyla Cenk’in ilk 11 oynaması bence zor, buna karşılık McGregor kalitesinde bir kalecide daha iyi performans göstermeli ve en azından takımı birkaç maçta kurtarmalıydı diye düşünüyorum.
Yönetim devre arasında ne yapmalı? Mümkünse önce bir sol bek, golcü bir forvet, sağ bek ve orta sahaya yaratıcı bir oyuncu almalıdır. Eğer bu 4 bölgeye takviye yapılamıyor ise bence öncelik sol bek ve sağ bek mevkilerine verilmelidir. Defansın takviyesi bence birinci öncelikli konudur.
Beşiktaşın ikinci devre şampiyon olabilmesi için yapması gerekenler:
1)      Tüm derbileri kazanmalıdır (sadece Fenerbahçe ile içerde oynayacaktır)
2)      Defansını toparlamalı ve daha az gol yemelidir
3)      Ara transferde en azından sol ve sağ bek pozisyonlarına takviye yapmalıdır
Ligin ilk devresinde başta Samet hoca’ya yardımcı antrenörlere, tüm futbolculara ve takımın çalışanlarına, yönetime teşekkür ediyor, ligin ikinci devresinde başarılar diliyorum.  

10 Kasım 2012 Cumartesi


ATATÜRK’E ÖZLEM
Bugün günlerden 10 Kasım , bugün millet ATA’sını tekrar andı , millet ATA’sı ile , ATA ise milleti ile yine buluştu. Bugün Atatürk sadece Anıtkabirde, okullarda, üniversitelerde, belediyelerde, meclislerde değil milletin, halkın içinde, kalbinde, yollarda, sahillerde, denizde, karada ve havada saygı,sevgi,hürmet ve hayranlık ile tekrar ve tekrar anıldı ve sonsuza dek artan büyük bir özlem ile anılmaya da devam edecek.
Hayatta olan insanların çoğunun sadece resimlerden, belgesellerden, kitaplardan gördükleri ama onunla birlikte büyüdükleri Ulu Önderlerine olan özlemleri her geçen gün daha da artmakta. Atatürk’ün yaptıklarının, devrimlerinin, söylediklerinin, hedeflerinin önem ve anlamını her geçen gün daha iyi anlamak yolunda çaba harcıyoruz ve harcamaya da devam edeceğiz. Türk milleti ATA’sına borçlu olduğu Cumhuriyet’i ilelebet yaşatacak ve ATA’sına borcunu bu şekilde ödemeye çalışacaktır.
Atatürk’ü anmak yetmez, anlamak da gerekir. Burada da hepimize görev düşmektedir. Bizler nasıl yetiştirildiysek, bizde çocuklarımızı içlerine Atatürk sevgisi işleyerek onu anlamalarını sağlayarak yetiştirmeliyiz.
Bunca yıldır her 10 Kasım’da saat dokuzu beş gece saygı duruşunda gözlerim doluyor, içimde fırtınalar kopuyorsa, Atatürk’ü sonsuz ve kozmik sevgiyle, özlemle, minnetle, hayranlıkla anıyorsam…..
Teşekkürler Anne, teşekkürler Baba, teşekkürler ailem, öğretmenlerim, arkadaşlarım…..
İçimdeki Atatürk sevgisi için….
Atatürk ölmez, her zaman yaşar…..

23 Ekim 2012 Salı


TEL AVİV
Bugünkü yazımda sizlerle 2 günlük Tel Aviv seyahatimde gördüklerimi, duyduklarımı ve okuduklarımı paylaşmaya çalışacağım. Çoğunlukla Tel Aviv olarak bildiğimiz şehrin adı aslında Tel Aviv-Yafa.
Yafa 20.yüzyılın başında Akdeniz kıyısında kurulan liman şehri iken, Tel Aviv Yafa’nın yanında kurulmuş. İlerleyen yıllarda Tel Aviv ve Yafa birleşerek şu andaki gibi Tel Aviv-Yafa olarak anılmaya başlandı.
Tel Aviv’e yolculuğum güzel bir İstanbul akşamüstü başladı. Mevsim olarak sonbahar hava olarak yazdan kalma bir günde, Tel Aviv’de de güzel havanın beni karşılayacağını düşünerek uçağa bindim. Hem giderken hem de dönerken büyük çift koridorlu uçaklar ile uçacağımı öğrendiğimde yoğun trafiğe şaşırmadım desem yalan olur. Bu kadar yoğun bir iş trafiği olamayacağı için aklıma öncelikle İsrail’in turizm potansiyeli ve Türk Hava Yollarının Code Sharing ile sattığı koltuklar geldi. Uçaktakilerin çoğu turist idi ve bir kısmı İsrailli iken bir kısmı Japon, Koreli, Alman ve Amerikalıydı. Anladığım kadarıyla İstanbul’u Hub olarak kullanan ve buradan İsrail’e giden ciddi bir turist potansiyeli var. Türk Hava Yollarının bu potansiyelden faydalanması beni oldukça mutlu etti. Giderken Airbus 330 ile dönüşte ise Boeing 777 ile uçtum. Yaklaşık 2 saatlik Akdeniz, Kıbrıs ve yine Akdeniz üzeri uçuş sonucunda Ben Gurion havaalanına indim. Körükten havaalanı terminal binasına doğru yürürken, bazı insanların körüğün sonundaki kapının sağ taraftaki pervazında bulunan küçük bir metal çubuğu ellediklerini gördüm. Bir nevi ritüelik bu hareketin ne anlama geldiğini sormayı unutmamayı kendime tekli ederek pasaport polisine doğru ilerledim. İlk defa İsrail’e gireceğimden işlemlerin bir miktar uzun sürebileceğini tahmin etmiştim. Birkaç soru ve yaklaşık 10-15 dakikalık bekleme sonunda problemsiz şekilde pasaporttan geçtim. Akşam saat 20.00 sularında 26-27 C mertebelerinde olan hava bana ertesi günün çok güzel geçeceğinin müjdecisi gibiydi. Bindiğim araç yaklaşık 45 dakika içinde beni kalacağım otele getirdi. Otelim deniz kıyısında Akdeniz’e bakan şehrin en güzel yerlerinden Ha Yarkon caddesindeydi. Gece olduğundan odamın penceresinden güzel manzaraya bakmayı ertesi sabaha bırakarak akşam yemeği için sahile gittim. Müthiş güzel bir sahil şeridi, her yerde açık plajlar ve kumsallar, marinalar, restaurant ve cafeler, yürüme yolları, bisiklet yolları, gece olmasına rağmen yürüyenler, koşanlar, bisiklete binenler, kısaca canlı, heyecanlı, hareketli, sportmen, eğlenceli bir Akdeniz şehri. Nasıl Frank Sinatra New York için “A City that never sleeps” diyor, bende Tel Aviv için Akdeniz’in uyumayan şehri diyorum. Tam bir ılıman iklim şehri olan Tel Aviv’de son 60 yıldır hiç kar yağmadığını öğrendim, tabi meşhur küresel ısınmanında bunda bir miktar payı olmuştur. Yazın 30 C – 35 C civarında olan hava kışın 10 C – 15 C mertebelerinde oluyor, Mayıs ile Kasım arasında denizde yüzmek mümkün. Konuştuğum insanlar yaz başlarında denizin çok dalgalı olduğunu yüzmek için en güzel ayların Eylül ve Ekim olduğunu söylediler. Gece yemekte Tel Aviv’de oldukça aktif ve çeşitlilik gösteren bir gece hayatı olduğunuda öğrendim. Sahil şeridinde ve limanda bir çok bar ve gece kulübü bulunuyor ve dünyanın her tarafından gelenleri ağırlıyorlar.
İsrail mutfağı hem halkın yüzyıllar boyu farklı bölgelerde yaşamış olmasından hem de şu anda bulunduğu coğrafyadan etkilenmiş oldukça zengin bir mutfaktır. Ortadoğu’ya özgü mezeleri ve yemekleride (patlıcan salata, kısır, fasulye pilaki, börek) görmek mümkünken, bunların yanında çorbalar, et, sebze yemekleri ve tatlılarda sofraları süsler. İsrail’de çeşit çeşit ekmekleri zeytinyağı ile restaurantlar sunarlar. İsrail’de ahlaki değerlerden dolayı et ve süt birlikte yenmez. Tatlı mutfağı oldukça geniştir. Kadayıf, Baklava gibi tanıdık tatlıları bulmak mümkündür. Çok çeşitli meyveler vardır ve bol miktarda tüketilir. Golan tepelerindeki bağlarda yetişen üzümlerden yapılan yerel şaraplarında oldukça lezzetli olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.      
Ertesi sabah erkenden 06.30 gibi kalkıp odamın penceresini açtığımda gördüğüm müthiş manzara beni akşamki güzel yemekten daha da mutlu etti. İnsanlar o saatte denizde yüzüyor, kano yapıyor, yakındaki marinadan yelkenliler denize açılıyor, insanlar yürüyor, koşuyor, bisiklete biniyor, kumsalda yoga, streching, tai-chi yapıyor, görevliler şezlongları ve güneş şemsiyelerini yerleştiriyorlardı. Ve bu insanların bir çoğuda birkaç saatini kumsalda ve plajda geçirdikten sonra evlerine gidip duşlarını yapıp iş yerlerine çalışmaya gidiyorlar. Bir de bizim İstanbulda kendimizi trafikte paralayarak, kavga gürültü ile 20 km yolu bir saatte alarak sinirlerimiz gerilmiş, suratsız bir şekilde iş yerlerimize gittiğimizi düşündüğümde , burada yaşayanlar umarım bu güzelliğin kıymetini biliyorlardır.
Tel Aviv ekonomik olarak İsrail’in merkezi olması ve bir çok şirketi, enstitüyü, araştırma merkezini barındırması yanında aynı zamanda turistik de bir şehirdir. Finans, Sanat ve İş Merkezi olan şehir Orta Doğu’nun en büyük ikinci kent ekonomisine sahiptir. Bölgeninde en pahalı şehri olan Tel Aviv Akdenizin yeni başkenti olarakda anılıyor. Tel Aviv’in nüfusu yaklaşık 400.000 kişi , tüm İsrail’de ise yaklaşık 7,5 milyon insan yaşıyor. Bu arada 1990’larda Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra yaklaşık 1 milyon Yahudi’nin Rusya’dan İsrail’e göç ettiğini öğrendim. Tel Aviv’de Ruşça konuşan insanlar olmasının temel sebebi bu olsa gerek.Milli gelir ne kadar diye sorduğumda aldığım cevap bizim yaklaşık üç katımız olan 30.000 USD oldu. Tel Aviv üniversiteside ülkenin en büyük üniversitesi.
Güvenliğin had safhada önemli olduğu bir yer olan Tel Aviv’de birçok yerde silahlı askerleri görmek mümkün. İsrail’de askerlik hizmetini hem erkekler hem kadınlar yapıyor ve süresi 3 yıl. Biz de askerlik süresinin uzun olmasından yakınır dururuz. Bir de bu askerlik hizmeti 3 yıl yapmakla bitmiyor. Hemen her sene birkaç haftalığına eğitim bilgilerini tazelemek için insanlar askerlik kamplarına davet ediliyorlar. Bu tarz bir hayata alışmış olanlar için sanıyorum çok da zor değil.
Bu arada havaalanında kapı eşiğindeki sembolün ne olduğunu öğrendim. İsrailde her kapının (ev, oda, işyeri) sağ pervazına 10 cm boyunda bir çubuk üst kısmı ileriyi gösterecek şekilde hafif eğik olarak yapıştırılıyor, bu çubuğun adı Mezuza ve içinde Tevrat’tan bazı dualar var. Bu duaların o odanın içinde yaşayan, çalışan insanları koruduğuna inanılıyor. Her Yahudi odaya girerken ve çıkarken Mezuza’ya parmaklarıyla dokunup öpüyor.
Çok fazla vaktim olmadığı için müzeleri gezemedim ama öğrendiğim kadarıyla Tel Aviv müze ve galeriler anlamında bölgenin en zengin şehirlerinin başında geliyor. Özellikle Yahudi tarihi ile ilgili bir çok müze gezmek mümkün. Müzelerin yanında parklar, modern alışveriş merkezleri,lüks oteller, farklı mimari akımlar ile inşa edilmiş binalar, sinagogların yanında camiler ve kiliseler, sanat merkezleri ve tiyatroları ile Tel Aviv görülmesi gereken bir yerdir. Ayrıca 3 dinin ortak merkezi olan Kudüs’e de sadece 60 km mesafede.
Dönüş yolculuğunda havaalanında çıkış işlemlerinin girişe göre daha uzun sürdüğünü öğrenmiş olduğumdan, uçuştan 2 saat öncesinde havaalanına gittim. Önceden güvenlik kontrolü yaptırmış olduğum için nispeten rahat bir şekilde işlemlerimi tamamladım ancak gördüğüm upuzun kuyruklar insanların çok da çabuk çıkış işlemlerini tamamlayamadıkları hissini uyandırdı bende. Seyahatin sonunda yine uçağa biniş, 2 saatlik güzel ve rahat bir Akdeniz semaları uçuşu sonunda İstanbul Atatürk havaalanına tekerlek koyduk.
Bu kısa seyahatimde gördüklerimi ve duyduklarımı sizlerle paylaşmaya çalıştım. Bir sonraki İsrail seyahatimi birkaç gün daha uzun tutup Kudüs ve Lut gölü gibi yerleri de ziyaret etmeyi umuyor hepinize sağlıklı, mutlu ve huzurlu bayramlar diliyorum.

13 Ekim 2012 Cumartesi

Yazılarım: HAYATTAN KESİNTİLER SERİSİ – HASTANELER VE DOKTORL...

Yazılarım: HAYATTAN KESİNTİLER SERİSİ – HASTANELER VE DOKTORL...: HAYATTAN KESİNTİLER SERİSİ – HASTANELER VE DOKTORLAR Ben çocukken bu kadar çok hastane yoktu, hele özel hastane oldukça azdı. Hastane den...
HAYATTAN KESİNTİLER SERİSİ – HASTANELER VE DOKTORLAR
Ben çocukken bu kadar çok hastane yoktu, hele özel hastane oldukça azdı. Hastane denince aklıma Çapa, Numune, Cerrahpaşa; özel hastane denince de Alman hastanesi gelirdi. O zaman hastalanınca doktorların muayenehanesine gidilirdi. Genelde soğuk algınlığı , grip gibi rahatsızlıklardan dolayı gidilen muayenehanede doktor muayene eder ve sonra reçeteyi yazardı.İğneden çok korkan ben hep şurup, hap tarzı ilaçlar yazılsın diye dua eder dururdum….
Bebeklik ve çocukluk dönemindeki doktorum rahmetle anıyorum Dr.Asuman Eğriboz’du. Kendisi o dönem Kadıköy yakasında neredeyse tüm çocukların doktoruydu. Az ilaç yazan, doğal gıdalar ile beslenilmesini savunan çok iyi bir doktordu. Hastalandığımızda bazen Altıyol’daki muayenehanesine bazende Bağdat Caddesindeki o çok güzel ve büyük dairesine muayeneye giderdik. Bebekliğimde Annemin söylediğine göre acil durumlarda bizim eve bile gelip muayene etmişliği varmış.
Daha sonraları ise yine rahmetle anıyorum Kadıköyde Dr.Sebuh Eramyan’a ve Selamiçeşme’de Dr.Kutsi Bosut’a çok gitmişimdir. Her ikiside çok iyi doktorlardı.
Artık özel muayenehanelere gitmez olduk, artık hastanelere gidiyoruz. Hem muayene oluyoruz, hem röntgen, tahlil, MR vs tüm tahlil ve tetkikler hızlı bir şekilde yapılıyor. Hem özel hastanelerin sayısı çok arttı hem özel sağlık sigortası sistemi çok ilerledi. Sigorta kartınız ile hızlı bir şekilde tüm işlemlerinizi halledebiliyorsunuz ve tüm ödemeler sigorta üzerinden hallediliyor. Hastanelerin içi otel konforunda, bekleme lobileri, arabanız için vale servisi, kafeterya, gazete, internet vs bir çok servis elinizin altında. Bu gelişmelerle beraberde daha çok hastaneye gider olduk, belki de yaşımız artık ilerlemeye başladığı için daha çok gider olduk.
İşte yine güzel bir İstanbul sabahında hastane ziyareti , lobide randevu saatini beklerken etrafa bakıyorum. Yanda 30 yaşlarında hamile – herhalde 6 aylık olsa gerek – bir kadın ve yanında  kendisine oldukça benzeyen annesi. Kadının kocası herhalde işinden izin alamadığı için kayınvaldesi refakat ediyor diye düşünüyorum. Büyük ihtimalle ilk çocukları olacak ve oldukça heyecanlılar. Rutin ultrasonda bebeği görmek için heyecan içinde bekliyorlar, bir taraftan da doktorun “her şey yolunda, problem yok” demesiyle rahatlamayı ve bebeğin babasına haber vermeyi bekliyorlar.
Öte yanda 8-9 yaşlarında haşarı bir oğlan çocuğu, sağ kolu alçıda, buna rağmen hiç yerinde durmuyor, sürekli hareket halinde sağdan sola koşturup duruyor. Kolunuda zaten ya haşarılıkla yaramazlık yaparken ya da bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ile top peşinde koşarken kırmış olmalı. Zavallı ve hüzünlü annesi ise boşuna çağırmaları sonuç vermediği için artık pes etmiş şekilde oturmuş elindeki gazeteye bakıyor, arada sırada başını kaldırıp oğlan nerede umarım diğer insanları rahatsız etmiyordur diyerek iç geçiriyor ve bu çocuk acaba ne zaman durulacak diye kendi kendine soruyor.
Biraz ileride 20’li yaşlarında genç bir kız, kolunda kelebek tabir edilen serum, ilaç gibi sıvıları damar yolundan vücuda zerk etmeye yarayan küçük aparat ile oturmuş sırasını bekliyor ve elindeki Iphone ile oynuyor. Yüzünde çok fazla endişe yok gibi. Acaba kelebek neden kolunda? Her halde sürekli bir tedavisi olsa gerek diye içimden geçiriyor ve umarım iyileşir diyorum.
Karşıda oturan 30’lu yaşlarının ortasında olan oldukça kilolu adam yanında bol miktarda tahlil sonucu ile sırasını bekliyor. Yüzündeki mutsuzluğu ve endişeyi buradan fark etmek mümkün. Yanında eşi veya sevgilisi spor kıyafetli bir genç kadın başını adamın omzuna dayamış adamin elini tutmuş sıkıyor. Destek olmaya çalışıyor. Acaba aşırı kilolarının getirdiği problemler ile mi boğuşuyor yoksa daha ciddi sıkıntıları mı var diye aklımdan geçiyorum.
Onların yanında ise takım elbiseli, güzel giyimli, elinde Ipad’i ile oynayan genç bir adam hiçte hastaya benzemiyor. Birazdan çalan telefonu ile konuşmaya başlayınca onun hasta değil ilaç tanıtım yetkilisi olduğunu ve doktorlar ile görüşmeye geldiğini anlıyorum. Telefonda bazı doktor isimlerini ve bazı ilaç adlarını sayıp duruyor. Yanındaki evrak çantası oldukça şiş duruyor herhalde içinde birçok broşür olsa gerek.
Bir de tabi etraf da doktorlar, hemşireler, doktorların asistanları, kat görevlileri, laborantlar, temizlik görevlileri, halkla ilişkiler sorumluları ve güvenlik personelleri var. Bazı doktorlar son derece şık takımları ve kravatları ile gezerken bazıları gayet spor şekilde kot pantolon spor ayakkabılar ile dolaşıyorlar. Bazıları ameliyat kıyafetleri altında Crocs veya Sabo’ları kafalarında rengarenk ameliyat boneleri ile gayet havalı şekilde dolaşıyorlar ve birbirleri ile, hastaları ile şakalaşıyorlar. Şu renkli ameliyat boneleri nerede satılır diye kendi kendime soruyorum. Doktorlara yakışıyor gerçekten.
Hepsi neşeli bir şekilde oradan oraya gidip duruyorlar. Buda bence doktorluğun diğer bir özel tarafı. Etrafta o kadar hasta insan varken hem işlerini en iyi şekilde yapıyorlar hem de o olumsuz havadan hiç etkilenmeden etrafa moral ve neşe saçıyorlar. Çok özel bir meslek olduğunu bir kez daha anlıyorum. Bir insanı sağlığına kavuşturmanın hazzını tahmin etmek bizler için çok zor. Doktorluk kutsal bir meslektir sözünü bir kez daha anlıyorum.
Bir de tabi hemşireler var, o bembeyaz kıyafetleri, beyaz çorap ve beyaz terlikleri ile koşturup duruyorlar. Acaba hemşirelerde bazen renkli giyinseler daha hoş olmaz mı diye içimden geçiriyorum. Bana göre hemşirelerin hastalara moral vermesi çok önemli, özellikle kan alırken hastalar ile şakalaşan konuşan hemşirelere bayılıyorum. Kan vermekten hoşlanmayanlar ve özellikle çocuklar için hemşirelerin ilgilenmesi çok faydalı oluyor diye düşünüyorum.
Artık hemen hepimizin daha çok vakit geçirdiği ama aslında hiç de gitmek istemediğimiz yerler olan hastanelerden size bir kesit sunmaya çalıştım. Yazımı herkese sağlıklı günler dileyerek bitirmeden önce Dr.Mehmet Öz’ün sağlıklı, kaliteli ve uzun bir yaşam için 5 önerisini burada sizlerle paylaşmak istiyorum:
1)     Tansiyonunuzu kontrol altında tutun
2)     Sigarayı bırakın
3)     Her gün 30 dakika egzersiz yapın
4)     Sağlıklı gıdalar ile beslenin
5)     Stresi kontrol altında tutun

Hepinize sağlıklı, mutlu, huzurlu ve başarılı günler, güzel bir hafta sonu dilerim.

30 Eylül 2012 Pazar

HAYATTAN KESİNTİLER SERİSİ - SOKAK BÜFELERİNDE SOSİSLİ SANDVİÇ
Sokak büfelerinden sosisli sandviç alıp yer misiniz? Ben çok severim ve yerim, eskiden daha çok alırdım şimdi artık sağlıklı yaşam sağlıklı yiyecekler taraftarı olarak oldukça azalttım ama arada bir kaçamak da yapmıyor değilim. Her ne kadar sokak büfelerindeki sosisli sandviçin çok da yararı olmadığını bilsem de o nefis lezzete hayır demek bana zor gelir. Ayrıca büfede sosisli alırken ki hoş ritüeli seyretmeyi de çok severim. Sosisler paslanmaz bir küçük kazanın içinde domates suyunda yüzerler, kazanın altındaki tüp gaz ocağının yanması ile hep sıcak durur ve özellikle kışın çıkan duman olayı daha da çekici hale getirir. Büfeci siparişi alınca sandviç ekmeğini-eğer önceden kesilmemiş ise-ortasından keser, bir çok büfede ekmek önce tost makinasında hafif ısıtılır, içine önce sosis konur, sonra kaşık ile sosu bolca ekmeğin içine dökülür, ekmek hafifçe yana eğilerek fazla sos tekrar kazana akıtılır. Eğer müşteri istemiş ise yandaki hardal kutusunun içindeki küçük tokmak ile hardal sürülür ve üzerine o müthiş salatalık turşularından yerleştirilerek müşteriye sunulur. Adetten olarak genelde iki tane üst üste yenir. Yanında ritüelin parçası olarak ayran içilir ki büfede açık veya kapalı olarak satılır. Ben genellikle açık ayranı tercih ederim. Nedense bana hep daha lezzetli gelmiştir.
Sokak büfeleri özellikle insan yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde bulunurlar, günlük hayatımızın birer parçasıdırlar. Umarım gelişen ekonomi, artan teknoloji ve değişen alışkanlıklardan dolayı hayatımızdan çıkmazlar. Arada sırada da olsa sokak büfelerinden alışveriş ederek onların ayakta kalmasına destek olalım.
Hepinize güzel bir hafta sonu diliyorum.      

22 Eylül 2012 Cumartesi

UÇAKLAR VE YOLCULAR
İşim sebebiyle yaklaşık 20 senedir ağırlıklı olarak yurtdışı olmak üzere uçakla seyahat ediyorum. Zaman zaman tatillerde de uçakla seyahati tercih ettiğim oluyor. Kısaca uçaklarda ve havaalanlarında oldukça fazla vakit geçirdiğimi söyleyebilirim. Blogumda daha önce Atatürk Havaalanındaki CIP yolcu salonu hakkında da bir yazı yazmıştım.
Geçenlerde Türk Hava Yolları Miles and Smiles kartımın ekstresine bakarken üyeliğimden bugüne yaklaşık 250.000 mil uçtuğumu gördüm. Bu kartı yaklaşık 8-9 senedir kullanıyorum daha önce uzun süre Lufthansa Miles and More kartını kullanmıştım ki o zamanlarda yoğun uçuşlarım oluyordu, bazen çok farklı havayolları ile uçarak kartıma mil yükleyemediğimide  dikkate alarak bugüne kadar toplamda 450.000 – 500.000 mil civarı uçtuğumu tahmin ediyorum. Bunu km’ye çevirdiğimizde ise 800.000 km’den daha fazla bir mesafe çıkıyor. Dünyanın çevresi 40.000 km olduğuna göre şimdiye kadar dünyanın çevresini 20 defa dolaşmış oluyorum. Başka bir benzetmeyle Dünya ile Ay arasındaki mesafe 400.000 km olduğuna göre Ay’a gidip dönenlerin arasında benim adım da olmalı.
Bu kadar çok uçunca tabi artık uçakların marka ve modellerini daha binmeden anlayabiliyorum, hangisi Boeing, hangisi Airbus. Orta mesafe uçaklarında bunu anlamanın en kolay yolu uçağın burnuna ve kuyruğuna bakmak. Uzun mesafe uçan uçaklarda ise zaten motor sayısından, motorun tipinden anlamak mümkün oluyor. İstatistik çalışmalarına baktığımızda uçaklar en güvenli seyahat araçları. Ben şu anda bu yazıyı yazarken ve siz daha sonra bu yazıyı okurken gökyüzünde binlerce uçak uçuyor olacak, binlerce uçak kalkış yaparken yine binlerce uçak iniş yapacak. Havayolu işletmeciliği, uçak bakımı ve tamiri çok sıkı kurallara bağlıdır. En ufak hatanın telafisi olmayacağı için ev büyük bir felaketle sonuçlanacağı için toleranslar çok azdır. Çok sıkı güvenlik ve kontrol mekanizmaları vardır. Kurallarda esneme olmaz, uçağın parçaları kitapda yazan uçuş saati sonunda mutlaka değiştirilir. Buda uçakları daha güvenli hale getirir. Ancak tüm bunlara rağmen uçarken tedirgin olan insan çoktur ve bu bence son derece normaldir.  
Uçağa bindiğimde, etrafıma bakarım, yolcuları incelemeye çalışırım. Çok rahat görünen kitap, gazete okuyan, yanındaki ile çene çalan, bilgisayarıyla veya Ipad’i ile oynayanların yanında suskun, sinirli, tedirgin olanları, tedirginlikten kurtulmak için kendini içkiye verenleri, uyumaya çalışanları veya cam kenarından dışarısı bulutlu olmasına rağmen sürekli dışarı bakanları görürüm. Bebeği sürekli ağladığı için hem canı sıkılan hem de gürültü yüzünden çevresini rahatsız ettiği için rahatsız olan anne babaları görürüm. Tatile gittiği için aşırı mutlu,eğlenceli,sağına soluna laf atanlar ile tatil bitip evine dönen suskun mutsuzları görürüm. Hasta,yaşlı,sakat olup tekerleki iskemle ile uçağa ilk binen ama son inenleri görürüm. Uçaktaki 2-3 saati değerlendirmek için bilgisayarında veya elindeki evraklar ile çalışanları görürüm. Evde bir türlü okumaya fırsat bulamadığı veya haftada bir iki sayfa okuyup sonra okumaya ara verdiği için ne okuduğunu unutanların ellerinde kitap tüm yol boyunca okumalarını görürüm. Daracık koltuklarda ufacık tepsi üzerinde sıkış tıkış gelen yemeği sanki 5 yıldızlı otelin yemek salonunda yermiş gibi dağıtarak yemeğe çalışanları ve bunu yaparken yanındakileri rahatsız edenleri, gelen yemeğe şöyle uçundan çatal değdirip yermiş gibi yapıp sonra üstünü kapatarak mundar edenleri görürüm. Heyecanla yanında oturanla mutlaka konuşmak isteyen ve sürekli laf atanlarla, hiçbir şekilde yanındaki ile konuşmak istemeyen yolculuk boyunca kendi hayallerine dalarak düşler kuranları görürüm. Uçak dolu olduğu için ayrı koltuklara düşmüş aile fertlerinin yan yana oturmaları için koltuk değiştirenleri ve bu tip durumlarda kendi koltuğunu o veya bu sebeple ki bazen batıl inanç de olabilir, değiştirmek istemeyenleri görürüm. Önceden on-line check-in yaptığı için uçacağı koltuğu bilen ve hızlıca koltuğa gidenlerle, sürekli bir biniş kartına bir baş üstü dolaplardaki koltuk numaralarına bakan, bir türlü koltuğunu bulamayıp hosteslerden yardım isteyen ve bu arada arkasında sinirle homurdanan bir kalabalık oluşturanları görürüm. Uçağa az eşya ile binip rahat etmek için her şeyini bavuluna koyup bavulunu check-in’de teslim edip uçağa elini kolunu sallayarak gelenlerle, indikten sonra bavul beklememek için tüm eşyası ile uçağa gelip daracık koridorda elinde valiz, sırt çantası, evrak çantası ile yürümeye çalışan ve bu esnada etrafındaki diğer yolculara çarpıp sonrada baş üstü dolaplara o kadar eşyayı sığdırmaya çalışan, eğer baş üstü dolaplarda yer yoksa da şikayet edip hosteslerden eşyalarına yer bulmalarını isteyenleri görürüm. Business Class’da uçup uçağın sahibi gibi davrananlarla yine Business Class’da uçan cama hostesten bir bardak ilave suyu bin bir zorlukla rica edenleri görürüm. Koltuğunu neredeyse tüm uçuş boyunca en arkaya yatırarak arkasında oturan yolcuya azap çektirenlerle, tüm uçuşta koltuğunu en düz şekilde tutup kaskatı uyumaya çalışanları görürüm. Bağlantılı uçuşu olup da uçak rötarlı kalktığı zaman uçuş boyunca sürekli saatine bakan, bağlantı uçağını yakalayıp yakalayamayacağını hesaplamaya çalışan, eğer bağlantı uçağını kaçıracağı belli ise yeni planlar yaparak son gideceği yere nasıl ulaşacağını belirlemeye çalışanları, kaçıracağı toplantıyı nasıl erteleyeceğini düşünenleri, patronuna ne diyeceğini düşünenleri görürüm. Sürekli gülümseyen, oradan oraya koşturan, içecek, yastık, battaniye taşıyan, yolcu ile güzel bir ilişki kuran hostesler ile, yolcuya kötü davranan, asık suratı ile tüm yol boyunca yolcuya bir bardak suyu bile istediğine pişman ettiren hostesleri gördüm. Genç yakışıklı, zımba gibi İngilizce konuşan ama uçağı paldır küldür indiren, zıplatan, yaptığı sert fren ile yolcuları ön koltuğa, üst dolaplardaki eşyaları üst üste yapıştıran pilotlarla, yaşlı, göbekli, bembeyaz saçlı, kötü İngilizce konuşan ama uçağı bir tüy gibi indiren, hızını çok iyi ayarladığı için yumuşak bir frenle duran pilotları görürüm…
İşte böyledir bana göre uçaklar ve yolcular.
Peki siz uçarken nasılsınız?
Hepinize güvenli, keyifli, güzel uçuşlar dilerim.



14 Temmuz 2012 Cumartesi

KORE VE SEUL

Kore’ye yaptığım 3 günlük gezide hem Seul, Busan, Changwon şehirlerini görme fırsatım oldu hem de Cindy adında bizimle birlikte olan rehberimiz sayesinde Kore’yi ve Korelileri daha iyi tanıma fırsatına sahip oldum. Yurtdışı ile ilişkili işlerde çalışan Koreliler, Çinlilere benzer şekilde, yurtdışı ile daha kolay ilişkide olabilmek ve daha rahat iletişimde bulunabilmek için İngiliz isimleri kullanıyorlar. Çinliler hem isim hem soyadı olarak İngiliz isimlerini kullanırken, Koreliler ön adlarını İngiliz isimlerinden seçerken soyadlarını koruyorlar.  Bu yüzden Kore’de Peter Ko, David Kim, Kelly Lee gibi isimlerle karşılaşmak oldukça kolay. Kore’de oldukça çok karşılaşılan soyadları  Lee, Kim, Han sayılabilir.

Kore nüfusu yaklaşık 50 milyon ve kişi başı gelir 28.000 USD civarında yani Türkiyenin neredeyse 3 katı civarında. Bunun sonucunda yüksek yaşam standartlarına sahip olduklarını anlamak zor olmasa gerek. En büyük şehir aynı zamanda başkent olan Seul. Seul’da nüfus 10 milyon ancak etrafındaki banliyölerle birlikte nüfusun 25 milyon civarında olduğu söyleniyor. Yani Kore’nin nüfusunun yarısı Seul ve etrafında yaşıyor. Birçok insanın Seul’da fiyatların pahalı olmasından dolayı şehrin dışında yaşıyor ve her gün şehre çalışmaya geliyor olmasıda bunun göstergesi olsa gerek. Seul’dan sonra ikinci büyük şehir güneydeki liman şehri Busan, nüfus 3,5 milyon mertebesinde. Bunlardan başka ziyaret etme fırsatını bulduğum Changwon’unda nüfusu 1 milyonun üzerinde. Kuzey Kore ise yaklaşık 25 milyonluk nüfusu ile Güney Kore’nin yarısı kadar bir nüfusa sahip. Seul içinden geçen ülkenin en büyük nehri olan Han nehri ile ikiye bölünmüş durumda. Nehrin üzerinde bir çok köprü var, bunların bir kısmı taşıtlara ayrılmış, bir kısmından ise tren ve metro geçiyor. Geçmişte taşımacılık ve gemicilik için yoğun kullanılan Han nehri günümüzde ağzı Kuzey/Güney sınırında bulunduğundan taşımacılıkta kullanılmamaktadır.

Kore’nin yaklaşık %70’i dağlık bölgelerden oluşuyor. Ancak dağlar çok yüksek değil, ana karada en yüksek dağ 1.000 m civarında, Kore’nin meşhur tatil beldesi olan Jeju adasında ise ülkenin en yüksek dağı 1.950 m ile yer alıyor. Dağlardan arta kalan yerlerde tarım ve sanayi tesisleri yer alıyor. Tarımda en büyük payı pirinç üretimi alıyor. Yerleşim ise dağlarında bir kısmını kapsıyor. Dağlık yerler ormanlar ile kaplı. Koreliler 1950’den önce bilinçsiz ve kontrolsüz kesim ile tüm ormanların yok edildiğini ancak 1950’den sonraki kalkınma programı ile ülkenin tekrar yeşerdiğini ve ormanlar ile dolduğunu söylüyorlar. Aynı zamanda şehir içlerinde de ağaç ve yeşil parklar oldukça bol. Sanayi oldukça gelişmiş durumda. Milli gelirin yüksek olmasından da anlaşılıyor. Elektronik, Otomotiv, Demir Çelik, Gemi inşaat, Deniz taşımacılığı, Petrokimya gibi endüstriler oldukça gelişmiş ve dünya ile başa çıkabilecek büyüklüklere ulaşmış durumda. Ancak Petrol kaynaklarına sahip olmadıkları için bu değerli kaynağı ithal etmek zorundalar. Kore’deki yerel otomotiv pazarında Kore malı arabalar dışında başka markaları görmek çok zor. Mercedes, BMW, Audi gibi dünya markaları çok az görülüyor, Korelilerin örnek alınacak bir milliyetçilikle kendi abralarını tercih etmeleri takdire şayan, tabi ürettikleri arabalarında hem teknik hem estetik açıdan oldukça başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Şehirler oldukça gelişmiş. Seul zaten Kore’nin kalbi ve başkenti olduğu için geniş yolları, otobanları, parkları, yüksek yapıları ile son derece modern ve gelişmiş bir şehir. Restoranlar, oteller, alışveriş merkezleri, tarihi hanedan sarayları görülecek ve güzel zaman geçirilecek yerler. Otobanlar ile birbirine bağlanan şehirler arasında seyahat oldukça rahat. Dükkanlarda ve alışveriş merkezlerinde dünyanın önde gelen tüm lüks markalarını görmek mümkün, ancak fiyatlarında oldukça yüksek olduğunu söyleyebilirim.
Kore’nin iklimi, kışın karalardan esen soğuk rüzgârların etkisindedir. Kışın ülkede karlı günler görülür. Güneşli ve açık bir günlerde ayaz nedeniyle hava sıcaklığı çok düşer. Ülke yazları Pasifik’ten esen sıcak ve nemli muson rüzgârlarının etkisi altına girer. Yıllık yağış ortalaması 1270 mm’dir. Güneyde Eylül ayında ülke genelinde ise Temmuz ayında sık sık tayfunlar görülür. Temmuz ayı bütün ülkede çok yağışlı geçer. Ülkede en düşük sıcaklık ortalaması -25 °C, en yüksek sıcaklık ise 38 °C’dir. Yazın neminde %90’ların üstüne çıktığını unutmamak lazım ki bu sebeple yazları bunaltıcı sıcaklar olabilmektedir.
Kore insanının Türklere karşı önemli bir sempatisi var. Bu sempatinin kökeni Kore savaşına ve savaşta bizim Koreliler ile savaşmamıza dayanıyor. Bu unutulmamış ve belli yaşın üzerindekiler Türklere halen müteşekkir olduklarını söylüyorlar buda gerçekten gurur verici bir olay. Korelilerin tarihi birçok acı olayla dolu, benim konuştuklarım özellikle 1910-1945 arasındaki Japon istilası döneminin zor geçtiğini, o dönemde Japonların kolonisi olarak Japon egemenliği altında olduklarını anlattılar. 1945’de 2.Dünya savaşı bitip Japonya teslim olduğunda Kore’de Japon egemenliğinden kurtuldu. Japonların teslim olması ile Kore Sovyet ve Amerikan askerleri ile doldu. 1943’deki Kahire konferansında her ne kadar birleşik Kore üzerinde mutabakata varılmış olsa da Amerika ve Rusya arasında soğuk savaş ve ideoloji kavgası sonucunda 1948’de iki Kore birbirinden ayrıldı ve bu ayrılışın üzerinden az bir zaman geçtikten sonra 1950-1953 arası Kore savaşı yaşandı ki Türkiye bu savaşa asker göndermişti. Kore savaşı sonunda ülke tamamen çöktü, 1953’den sonra kalkınma için özel hükümet programları ile çok çalışılarak ciddi bir kalkınma hızı yakalandı. Bu çok çalışma kültürünün halen de tüm hızıyla devam ettiği görülüyor. Hükümet gerçektende kalkınma ve büyüme için son 50 yıldır verimli programlar üretmiş, üretime ve ihracata dönük şehirler kurmuş. Ziyaret ettiğim şehirlerden olan Changwon işte böyle bir şehir. Hükümet tarafından sanayi üretimi yapılıp yakındaki liman şehri Busan’dan ihracat yapılabilmesi için kurulmuş bir şehir. Fabrikalar, apartmanlar ki bir kısmı fabrikalarda çalışanlara lojman şeklinde tahsis ediliyormuş ve sosyal binalardan oluşuyor. Bu şehirde hiç tarihi eser yok mu diye sorunca işte size bu hikâyeyi anlatıyorlar.

Kore mutfağı oldukça zengin ve kolaylıkla yenebilecek yiyeceklerden oluşuyor. Yiyeceklerin hemen hepsi hafif yemekler, yağ oldukça az kullanılıyor, un neredeyse hiç yok, şeker çok az ve ekmek yok. Genelde acı, ekşi tatlar üzerine kurulmuş bir mutfak. İçinde et (genelde dana, domuz), tavuk, balık, bol miktarda pirinç ve yine bol miktarda sebze bulunuyor. Sebze olarak alışık olduğumuz domates, salatalık, yeşilbiber (inanılmaz acı), turp, havuç, yeşillik yanında bambu, ginseng gibi geleneksel tatlarda var. Bunlardan da başka kestane, hurma gibi ürünlere de rastlamak mümkün. Deniz ürünlerinden karides, midye, istiridye yemeklerde bol kullanılıyor, öyle ki bazı yemekleri, örneğin çok lezzetli olduğunu itiraf etmeden geçemeyeceğim geleneksel “ginseng young chicken soup” (pirinçli tavuk çorbası, içinde komple bir piliç ile sunuluyor) isterseniz istiridyeli, isterseniz sebzeli olarak ısmarlayabiliyorsunuz. Pirinç Korelilerin temel gıdası, hemen her öğünde pirinç yeniyor. Zaten ülkenin dağlık olmayan yerlerinin çoğu pirinç tarımına ayrılmış durumda. Pirinçten şarap ve Secu denilen, Korelilerin viski diye adlandırdığı, benim ise votkaya benzettiğim yerel içkileri de üretiliyor. Bir zamanlar pirinç kıtlığı olduğunda, üretilen pirinç gıda olarak kullanılabilsin diye hükümetin Secu’yu pirinçten üretmeyi yasakladığını, o zamandan beri Secu’nun patatesten de üretildiğini öğrendim. Korelilerin masada, önünüzde pişen barbekülerde oldukça popüler. Yemek masasının üzerinde düz satıhlı porselen ocak üzerinde paslanmaz çelik 4-5 cm derinliğindeki tavada dana eti, soğan, sarımsak ve birçok sebze siz mezeleri tadarken pişiyor. Tabi çıkan buharı almak için kuvvetli bir havalandırmaya ihtiyaç olduğunu söylemeye herhalde gerek yok. Ceketlerin bu buhardan kokmaması için yemek öncesinde naylon torbalara konarak kaldırılması güzel bir uygulama. Bu arada sarımsağın çok kullanıldığını tekrarlamakta fayda var. Çiğ sarımsak, pişmiş sarımsak, sarımsak sapı hem meze, hem yemeklerde karşınıza çıkıyor. Ayrıca her yemekte mutlaka sarımsaklı soğuk sebze çorbası da ikram ediliyor. Hemen her yemekte Kimchi denilen geleneksel Kore yemeğini de meze olarak ikram ediyorlar. Uzakdoğu’nun değişmezi Noodle da hem sıcak, hem soğuk olarak çorba içerisinde bol yeniyor. Uzakdoğu’da tatlı kültürü zayıf olduğundan genelde yemeklerden sonra meyve veya hafif kestane veya süt (neredeyse şekersiz) tatlıları ikram edilebiliyor. Güzel ve hafif bir mutfak olan Kore mutfağı rahat yenen ve insanı şişirmeyen bir mutfak. Bu yüzden de Kore’de aşırı şişman insanlara rastlamak oldukça zor, hemen herkes zayıf ve fit görünümde. İnsanların spor yapmaya da istekli olduğunu söylemek isterim. Ağır sporlar olmasa da geniş ve bakımlı parklarda yürüyen, açık hava spor aletlerinde basit egzersizler yapan birçok Koreli gördüm.

Kore nüfusunun yarısının herhangi bir dini inancı olmadığı söyleniyor. Kalan yarınında yarısı Budist diğer yarısı Hıristiyan inancına sahip. Bu yüzden Budist tapınakları yanında kiliseleri de görmek mümkün. Eğitim oranı oldukça yüksek ve eğitim kaliteli. İngilizce küçük yaşlardan itibaren öğretiliyor, bu yüzden İngilizce bilen çok insan var. Korece ise Altay dil grubuna ait bir dil. 6 yıl ilköğretim, 6 yıl orta öğretim ve sonrasında yüksek öğretim şeklinde bir program izleniyor. Aynı bizdeki gibi üniversite için seçme sınavı yapılıyor ve alınan puana göre tercih yapılıyor. Yine aynı bizdeki gibi üniversite sınavlarına hazırlanmak için kurs sistemi Kore’de de yaygın.

Kore bugüne dek Yaz Olimpiyatları, Dünya Futbol Şampiyonası gibi uluslar arası organizasyonlara başarı ile ev sahipliği yaparak dünya arenasında boy göstermiştir. Tarihi M.Ö. 3000 yıllarına kadar giden ve bugüne kadar birçok hanedanlık yaşayan, eski, köklü ve geleneksel bir tarihe sahip olan Kore’de özellikle Seul’da bu hanedanlıklardan kalma tarihi sarayları görmek, gezmek mümkündür. Kore ve Seul bana göre Uzakdoğu’da gidilip görülmesi gereken yerlerin başında geliyor, ayrıca Kore mutfağının da mutlaka tadılması gereken bir mutfak olduğunu düşünüyorum. Fırsat bulanların görmesini tavsiye ediyor, ve sizlere güzel bir hafta sonu diliyorum.


17 Haziran 2012 Pazar


BEYRUT

Beyrut’a gidenlerinde gitmeyenlerinde okuyabilecekleri bir yazı yazmaya çalıştım, umarım okuyucular beğenir. Beyrut deyince aklıma ilk gelen “Orta Doğunun Paris’i” dir. Bunu acaba bir gazetede mi okudum yoksa birinden mi duydum ne yazık ki hatırlamıyorum. Ancak ilk duyduğumda önce anlamamış sonra Babama sormuştum. Babamda bana bir zamanlar Beyrut’un çok zengin, lüks, kaliteli bir yer olduğundan ama sonra bu özelliklerini kaybettiğinden bahsetmişti. Beyrut’a yapacağım 2 günlük kısa iş seyahati öncesi bu düşüncelere dalarak kendimi seyahate hazırlamaya çalıştım. Her ne kadar seyahatim kısa ve iş ile ilgili de olsa, olabildiğince çok şey görüp öğrenmeye çalışacaktım.

Beyrut’u yazarken ayrıca Lübnan hakkında da biraz bilgi vermekte fayda olduğunu düşünüyorum. Lübnan yaklaşık 4,5 milyonluk nüfusu ile Orta Doğu’nun küçük ülkelerinden biri. Beyrut ülkenin başkenti ve en önemli şehir, Beyrut dışında Lübnan’da Sur, Sayda, Trablus, Byblos gibi şehirlerde var ki bunlar Beyrut’un kıyı şeridi ile birleşmiş durumdalar.  4,5 milyonluk Lübnan’ın 2 milyonu ise Beyrut’ta yaşıyor.

Beyrut’un keyfi uçarken başlıyor, hele hava açık ve bulutsuz ise değmeyin keyfe………

İstanbul’dan kalkıp güzel Anadolu üzerinden geçtikten sonra Antalya semalarından muhteşem Akdeniz üzerinden Yavru Vatan (çocukluğumdan aklımda kalan ve ne yazık ki artık pek de kullanılmayan bir benzetme) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üzerinden geçerek, gece ışıklar şehri Beyrut’a doğru yaklaşma ve deniz kenarındaki Hariri Havaalanına iniş. Eğer cam kenarında oturuyorsanız bu rotada çok güzel manzaraları yakalayabilirsiniz. Karadan denize, veya denizden karaya doğru uçuşlar bana hep keyif vermiştir.

Sadece Lübnan’ın değil bence tüm Orta Doğunun ve Arap dünyasının en önemli şehirlerinden olan Beyrut sizi ılık havası, farklı inançları, farklı mezhepleri, kültürleri ile dünyanın en pahalı markaları ile bunların yanında muhafazakar mahalleri ve karlı dağları ile yani farklılıklarıyla, tezatlarıyla karşılayacak ve hoş geldiniz diyecektir. Beyrut seyahatim İstanbul’dan 18.45’de kalkan Türk Hava Yolları uçağı ile başladı ve yaklaşık 1,5 saatlik uçuş sonrası Beyrut’a inişle devam etti. Lübnan ile saat farkımız olmadığından problem yaşamıyorsunuz. Mevsim olarak Haziran ayı olmasına rağmen oldukça sıcak ve nemli bir hava ile karşılaştık. Bana sıcak Antalya akşamlarını anımsatan o gecede havaalanından lüks otelimize rahat bir yolculuk yaptık. Bazı kongreler sebebiyle otellerin neredeyse tamamının dolu olduğunu öğrendiğimde kongre turizminin de Lübnan için önemli olduğunu anladım.

Lübnan’da aklınıza gelen tüm lüks ve prestijli markaların dükkânları yanında, yine dünyanın en pahalı ve lüks arabalarını sokaklarda görmeniz mümkün. Beyrut’ta downtown yani şehir merkezi aynı zamanda bu lüks markalarında bulunduğu bölge. Souqs of Beyrut , Türkçesi ile Beyrut pazarı , her ne kadar Pazar deyince daha ucuz bir anlamı beraberinde getirse de, dünyanın en pahalı ve lüks markalarına ev sahipliği yapan yarı açık bir alış veriş merkezi. Yine Souqs of Beyrut’ta yemek yiyebilir veya kahvenizi yanında bir croissant ile alabilirsiniz.

Coğrafi olarak deniz kenarında olan ve bir koy içinde bulunan Beyrut’un arkasında yemyeşil anti Lübnan dağları yükseliyor. Kıyıdan dağlara doğru baktığınızda yapılaşmanın dağların tepelerine doğru geliştiğini görmek mümkün. Sanıyorum yazın deniz kenarı çok sıcak ve nemli iken, bizde yaylaya çıkıldığı gibi Lübnan’da da dağlara çıkılıyor. Kışın ise bu güzel dağlara yağan karlar ile kayak yapılacak kış turizm merkezleri açılıyor. Beyrut’a güzel Akdenizin doğu kapısı da denilebilir. Beyrut farklı dinlerin, mezheplerin, inançların birer sokak arayla görülebileceği renkli, sıcak, farklı ve örneği az olan bir şehir, bir dünya değeri, bir dünya hazinesi. Bu farklılıkları en başta mimaride görmek mümkün, zaten seyahatlerde hemen dikkatimi çeken mimari farklar açısından Beyrut öylesine zengin ki. Beyrut’ta bir anda kendinizi Güney İtalya’da Bari’de küçük, içinde rengârenk çiçek saksıları ile süslü, sarı taştan duvarlı evlerin altında kahve içerken zannederken aslında Souqs of Beyrut’ta olduğunuzu fark ediyorsunuz. Yine kendinizi İspanyada Endülüs mahallerinde veya Fransa’da zannederken Eyyubi tarzı mescidleri görüp Orta Doğu’da olduğunuzu hatırlayabilirsiniz. Kılık kıyafet, yaşam tarzındaki farklılıklar Beyrut’a ayrı bir hava ve estetik katıyor. Bir tarafta Katolik, Ortodoks ve Ermeni cemaatleri ve kiliseleri, diğer tarafta eski ve yeni camiler, başka bir köşede Avrupa esintileri taşıyan binalar hepsi birlikte yıllar boyunca bazen sakin, bazen coşkulu, hareketli günler yaşamışlar. Belki bir örnek olarak 2005 yılında suikasta kurban giderek öldürülen eski devlet başkanı Refik Hariri tarafından yaptırılan mavi kubbesi ve Osmanlı tarzı minareleri ile dikkati çeken Nebi Muhammed Camiini gösterebiliriz. Refik Hariri suikastında 1.000 kg TNT kullanıldığı birçok insanın öldüğü ve faillerinin halen yakalanamadığını, suikastın yapıldığı caddede bugün bir anıtın olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Yine Osmanlılar tarafından yapılan Beyrut saat kulesi de Parlamento yakınlarında bir meydanın ortasında kentin önemli sembollerinden birini oluşturuyor. Bu meydana çıkan sokaklar üzerinde birçok restoran ve kafe bulunuyor. Beyrut’un bir başka sembolü olarak da sedir ağaçlarını saymak gerekiyor. İncil’de Kadim İsrail’in en önemli hükümdarlarından olan Süleyman’ın tek tanrı için yaptırdığı ilk tapınak olan efsanevi Süleyman Mabedinin yapımında kullanılan sedir ağaçlarını Lübnan’daki Sur kenti kralı Hiram’ın gönderdiği yazılır, yani Lübnan’ın sedir ağaçları kutsal kitaplarda bile yer bulmuştur.

Beyrut’ta daha doğrusu Lübnan’da Müslüman ve Hıristiyanlar desek bile Müslümanlar Sünni ve Şii gruplar olmak üzere, Hıristiyanlar kendi içinde Rum Ortodoks, Katolik, ama çoğunlukla Maruniler gibi en az 10 grup olmak üzere ayrışmıştır. Maruniler Katolikliğin bir kolu olarak Lübnan’da karşımıza çıkarlar. Nüfusları 400.000 civarında olmasına rağmen ekonomik anlamda gücü ellerinde tutuyorlar. Beyrut’un sahil şeridi bir tarafta İstanbul’daki sahil yollarını bir taraftan da İzmir’deki Kordon’u hatırlatıyor. Sahil boyunca uzanan geniş kaldırımlarda günün her saati yürüyenleri, spor yapanları görmek mümkün. Yüzlerce kafe ve restoranda müthiş Akdeniz manzarası eşliğinde Lübnan spesiyallerini veya uluslar arası mutfaklardan istediğiniz yemekleri yiyebilir Bekaa vadisinde yetişen üzümlerden yapılan nefis Lübnan şaraplarını, özellikle Ksara şaraplarını tadabilirsiniz. Akşamüstü doyumsuz rose şaraplar, akşam yemeğinde nefis kırmızı veya beyaz şaraplar veya geleneksel olarak su ile bir sürahide istediğiniz oranda karıştırılarak içine buz atılarak size sürahisinde sunulan alkolü bizim rakımızdan daha yüksek olan (%53) Lübnan rakısı Arak’ı deneyebilirsiniz. Geleneksel Lübnan mutfağının tüm spesiyallerini bulabileceğiniz, sürekli dolu olduğu için rezervasyonsuz gidilmemesini önereceğim Karam restoranı şiddetle öneririm. Geleneksel Lübnan mutfağının temel taşı olan mezelerin hemen hepsini tatmaya çalışabilirsiniz. Eminim ki bu kadar çok çeşitli mezeyi başka hiçbir yerde bir arada göremezsiniz. İçli köfte, çiğ köfte, kapalı lahmacun sambusek, muska böreği, humus, falafel, bulgur ve maydanoz karışımı tabule, zahter salatası, zahterli pide, patlıcan ezme, köfte, bıldırcın, sucuk, yağsız taze beyaz peynir, çiğ ciğer, yoğurtlu sarımsaklı soslar, yanında pide ve lavaş ile başlayan bir akşam yemeği, yanında Arak veya Şarap. Tam bir zeytin ve zeytinyağı cenneti olan Beyrut’ta yemeklerde kullanılan zeytinyağı yanında masalarda da içine ekmek banmak veya yemeğe eklemek için her zaman zeytinyağı bulunuyor. Tabi Beyrut’ta akşam yemeklerinin saat 22.00’den önce başlamadığını da söylemek gerek, eğer saat 20.00 gibi bir restoran’a giderseniz masaların boş olduğunu göreceğinize eminim. Her ne kadar çok zor olduğunu bilsem de bu kadar meze ile sakın kendinizi tam anlamıyla doyurmayın diyeceğim, çünkü sonrasında ana yemek olarak karışık kebap, şiş, külbastı, taouk (tavuk) veya deniz ürünleri yiyeceksiniz. Yemek üstüne bereketli Bekaa vadisinden gelen çeşit çeşit meyveler ve tabi klasik künefe, veya kabak tatlısı, reçelli muhallebi sonrasında değişik koku ve lezzetlerde, örneğin kakuleli kahve ile yemek şöleninin sonu.

Beyrut şehir merkezinden denize doğru ilerleyerek Zeytunay Bay ismindeki marinaya giderek vakit geçirmek mümkün. Pahalı motoryatların süslediği marinanın kıyısında bir çok kafe, pastane ve restoran görmek mümkün. Burası daha çok uluslar arası markaların (Paul, Cappucino gibi) ve lokal balık restoranlarının mekanı. Marina içindeki yollarda bir çok insanın özellikle muhteşem gün batımıyla yürüyüşe başladığını ve sıcak gecelerde dışarıda uzun saatler geçirdiğini görebilirsiniz. Bu sıcak ve nemli hava binalarda balkonların oldukça büyük yapılmasına da sebep oluyor. İnsanlar yaz gecelerinde eğer dışarıda değiller ise evlerinin balkonlarında zaman geçiriyorlar.   

Beyrut ve Lübnan zengin etnik yapısı, tarihi, kültürel dokusu, dağı, kayak merkezleri, denizi, mutfağı, bize benzeyen sıcak kanlı misafirperver insanları ile yaşanılası muhteşem yerler. Bu güzel şehir ve ülkede ne yazık ki 1975 – 1990 arası iç savaş yaşanmış ve halen Beyrut’ta bu iç savaşın izlerini görebiliyorsunuz. Müslüman ve Hristiyan Lübnan’lıların iç savaşının ne kadar büyük acılara, trajedilere sahne olduğunu anlamak hiç de zor değil. Özellikle şehir merkezinde halen içlerinde oturulmayan, boş, üzerlerinde binlerce mermi ve roket izi olan binaları görmek mümkün. Bu binalar şu anda hummalı bir biçimde yıkılıp yeniden inşa ediliyor. Lüks apartmanlar, ofis binaları, alışveriş merkezleri inşaatları sebebiyle her yerde kule vinçler görmek mümkün. Eski, üzerinde iç savaşın mermi izlerini, barut kokularını, trajedi ve dehşetini ve savaşın ne denli insanlık dışı olduğunu gösteren bu binaların yıkılıp yerine modern binaların yapılması akımının önderliğini ise rahmetli Başbakan Hariri yapmış. 1994 yılında başlattığı Solidaire akımı ile bu eski binaların bir kısmı devlet tarafından, bir kısmı özel sektör tarafından yıkılıp yeniden yapılmış. Bu esnada hem modern mimari ile yapılan binaları hem de eski haline sadık kalınarak yenilenen binaları görmek mümkün. Bu yatırımları kimler alıyor ve oturuyor diye sorduğumda öğrendiğim bir başka gerçek ise Lübnan’da yaklaşık 4,5 milyon nüfus olmasına rağmen, Lübnan dışında yaşayan neredeyse 20 milyona yakın Lübnanlı olduğu ve Lübnan dışında yaşayan Lübnanlıların bu yatırımlara katıldıkları oldu. Zaten Lübnan’da yaşayanlarında birçoğunun ikinci bir vatandaşlıkları, ikinci bir pasaportları var. Aynı zamanda Fransa, Kanada, Amerika, Brezilya vatandaşı olan birçok Lübnanlı var. Ayrıca Lübnan’daki serbestlik sebebiyle burada yatırım yapan birçok başka Orta Doğu ülkesi vatandaşı da var, ne de olsa diğer Orta Doğu ülkelerine göre son derece modern ve rahat bir yaşam sürmek mümkün.

Beyrut’ta kısa bir tatil yapmak için ne kadar zaman ayırmak gerektiğini buradaki dostlara sorduğumda yaklaşık bir haftalık bir sürenin ideal olduğu cevabını aldım. Böyle bir tatil için Beyrut’un içinde kalmaktansa, yaklaşık yarım saatlik mesafede teleferik ile de çıkılan bir tepesi bulunan sayfiye kasabası Jonieh’de kalmanın daha iyi olacağını öğrendim. Jonieh’de Beyrut’a göre daha hesaplı oteller, kafeler ve restoranlar olduğunu öğrendim. Ayrıca oradan hem Beyrut merkeze ve görülecek yerlere hem de çevredeki eski uygarlıklara gitmek oldukça kolay. Beyrut çevresinde Sur, Trablus, Byblos, Baalbek, Damour gibi yerleri gezerek bir haftalık güzel bir tatil yapabilirsiniz.    

Evet, yazımın sonunda Beyrut ve çevresinin gerçekten görülmeye değer bir yer olduğunu bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Beyrut’a bir seyahat planlarsanız eminim gördüklerinizden memnun kalacaksınız, hele yemek yemeyi de seviyorsanız çok güzel lezzetler size eşlik edecektir. Hepinize güzel bir hafta sonu, sağlıklı, mutlu, başarılı günler diliyorum.

26 Mayıs 2012 Cumartesi


BERLİN

Bu güne kadar Berlin’e kaç kez gittiğimi bulmaya çalıştım, sanıyorum bu seyahatimle 6.kez diğer Alman şehirlerinden oldukça farklı olan bu tarihi başkenti ziyaret etmiş olacağım. Belki bugüne dek Berlin hakkında başka kaynaklarda yazılar okumuş olabilirsiniz, bu seferde başka bir açıdan bakarak yazmaya çalışacağım benim “Berlin” yazımı umarım beğenirsiniz.

Çocukluğuma geri dönüp hafızamda Berlin hakkında neler hatırladığımı düşünmeye başladığımda aklıma ilk gelen Soğuk Savaş dönemlerinde çekilmiş o kaçış filmleri ve filmlerdeki Berlin oldu. Batı ve Doğu Berlin arasındaki o sevimsiz, soğuk, insanı ürperten, diğer taraftan utandıran, üzen ve düşündüren o meşhur duvar ilk aklıma gelen obje oldu. Bir şekilde duvarı aşıp Batıya geçmeye çalışan insancıkların hüzünlü, kederli öyküleri aklıma geldi. Ne çeşitli yöntemler ile geçilmeye çalışılan o duvar uzun yıllar boyunca kimi insanlara özgürlüğü getirirken, kimilerinin de hayatına mal olmuştur. Duvarı şu anda yıkılmadan önceki üzerinde grafiti ile yapılmış resimleri ile ve yıkılırken üzerinde ellerinde balyozlar olan insanlar tepinirken, kopan duvar parçalarını hatıra olarak saklamak üzere toplayan insanlar ile hatırlıyorum. Birde o dönemi anlatan filmlerde sıkça adını duyduğum Checkpoint Charlie vardı. Berlin seyahatlerimde birçok turist ile beraber ziyaret etme fırsatı bulduğum Berlin’in bölünmüş olduğu dönemdeki en meşhur Doğu-Batı geçiş noktası. Aslında Berlin’de Helmstedt’de Alfa ve Dreilinden’de Bravo geçiş noktalarıda olmasına rağmen filmlerde hep Charlie geçiş noktasından bahsediliyordu. Checkpoint Charlie Doğu-Batı trafiğinin en yoğun olarak gerçekleştiği bölgeydi , şu anda orada orjinali bir müzede olan kontrol kulübesinin bir taklidi bulumaktadır. 

Batı ve Doğu Almanya’nın daha birleşmediği zamanlarda, Interrail, yani tren ile Avrupada gezmek için plan yaparken, vize almak için ilk Batı Almanya konsolosluğuna başvurmuştum. O zamanlarda bugünkü gibi Schengen anlaşması olmadığı için, vizeler her ülkeden ayrı ayrı alınıyordu ve bu birçok ülkeyi kapsayan bir tren gezisi yapmak isteyen benim gibiler için konsolosluktan konsolosluğa bir yarış, evrak toplama, evrak teslim etme, sorulara cevap verme ve dert anlatma ile geçen uzun bir çalışma anlamına geliyordu. Bugünlerde olduğu gibi o zamanlarda da Batı Almanya vizeyi en zor veren ülkelerin başında geliyordu ve Interrail yapan tüm arkadaşlarım pasaportta Almanya vizesi olduğu zaman diğer ülkelerin vizeyi daha kolay verdiğini söylüyorlardı. Bende tavsiyeler uyarak ilk vizeyi Batı Almanya’dan almıştım ve vizenin üzerinde incl.Land Berlin yani Batı Almanya ve Berlin’in Batı tarafını kapsadığı yazıyordu. İşte bu benim Berlin ile tanışmam için ilk fırsat olmuştu. Interrail esnasında gezerken İtalya, Fransa, Yunanistan gibi ülkeler nedense daha cazip geldiği için Almanya’ya geçmeden seyahati tamamlamış ve Berlin’i görme şansımı üniversite öğrenciliğim sırasında bu şekilde kaybetmiştim.

Çalışma hayatına atıldıktan sonra yazımın başında da belirttiğim gibi birçok kez Berlin’e gitme imkânım oldu. Berlin’de şu anda çalışan iki havaalanı var, şehrin kuzeyinde Tegel ve güneyinde Schönefeld havaalanları. Ne yazık ki ikiside bence Berlin’e yakışmıyor. Türk Hava Yolları Tegel’e uçtuğu için orayı daha iyi biliyorum. Küçük, dar, sevimsiz, basık, insana ferah ortamlar sağlamayan, vakit geçirecek olanaklar sunmayan, biniş kapıları dar, pasaport kontrol noktaları yetersiz bir havaalanı olarak görüyorum Tegel’i. Schönefeld’den hiç uçmadım ama havaalanı dergilerinden gördüğüm kadarıyla daha küçük ve yetersiz bir havaalanı izlenimine kapıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Bir de 2008 yılına kadar kullanılan ve o yıl kapatılan Tempelhof havaalanı vardı. Sanıyorum bu konuda böyle düşünen tek insan ben değilim. Çünkü Berlin’ e yakışan yeni ve büyük havaalanının inşaatı neredeyse bitti. Yeni havaalanının adı Brandenburg Will Brandt havaalanı olacak. Brandenburg havaalanı açılınca diğer ikisi kapanacak. Yeni havaalanının açılışı öncesi oradan deneme uçuşları, deneme yer hizmetleri çalışmaları yapılıyordu ve binlerce gönüllü yolcu yer alıyordu. En son Berlin ziyaretimde açılışı 03 Haziran 2012 olarak planlanan yeni havaalanının yapılan bazı testlerde yeterli sonuçlara ulaşmamasından dolayı, 2012 yazında açılmayacağı ve açılışın 2013 yılına kaldığını öğrendim. Yeni havaalanı ile tanışmak için gelecek seneyi bekleyeceğiz anlaşılan.

Berlin şu anda 3,5 milyonluk nüfusu ile Almanya’nın en kalabalık şehridir. Bu nüfusun içinde yaklaşık 200.000 Türk Vatandaşımızda bulunmaktadır. Tüm Avrupadaki ve Almanyanın kendi içindeki en kalabalık Türk nüfusu Berlinde bulunmakta ve Türk nüfus Berlin’de Kreuzberg bölgesinde toplanmaktadır. Tahminlere göre Kreuzberg’in yaklaşık yarısını Türkler oluşturmaktadır. Bu yüzden orada Bistro Antalya, İstanbul kebap, manav, bakkal gibi dükkanları,  camları buhardan buğu yapmış içerde çay karıştıran kağıt oynayan insanlarıyla Türk kahvelerini görmek mümkün olmaktadır. Beyaz peynir, siyah zeytin, sucuk almak için Berlin’de gidilecek yer Kreuzberg’dir.

Meşhur duvara ne oldu diye soracaksınız eminim, duvar şu anda artık sadece çizgi olmuş durumda. Taksi ile Berlin’de biraz dolaşırsanız hele de, bulmanın hiç zor olmadığı bir Türk şoför bulursanız sizi duvar veya şu anda ondan geriye kalmış olan çizgi boyunca gezdirebilir. Halen bazı yerlerde duvardan geriye birkaç parça bırakılmış durumdadır. Buralarda meraklı turistler gelip duvarın kalmış parçaları önünde fotoğraf çektiriyorlar, belki o esnada onlarda benim gibi Doğu Almanya zamanında Doğu Berlin’deki soluk ışıklı sokakları, mutsuz insanları, kaçışı, özgürlüğü, kurtuluşu düşünüyorlardır.

Tabi bölünmüş Berlin’i canlı olarak görmediğimden o dönemi yaşamış insanlardan duyduğum hikâyeleri bugünkü Berlin’i de görerek kafamda birleştirip tahliller yapmaya çalışıyorum. Ufak bir kahvede akşamüstü filtre kahve içip elmalı tart yerken gözüm köşede duvarda yukarı asılmış olan plazma TV’ye takıldı. Hitler Berlin’de muhtemelen İkinci Dünya Savaşı başlarında yapılan bir askeri geçidi izleyip etrafa selamlar veriyordu ve halk da askerlerde onu aynı şekilde selamlıyordu. Yanımdaki ufak masada birkaç alışveriş torbası ile oturan ve önündeki kahvesini yavaş yavaş yudumlayan en az 80 yaşında olduğunu ve üzerindeki kıyafetlerden pek de varlıklı olmadığını tahmin ettiğim kadın dönüp bana televizyonu gösterip, o gün bende oradaydım ve bu adam bizleri mahvetti anlamına gelen birkaç cümle söyledi. Söylediklerini onaylayan bir ifade takınarak önümdeki kahve ve tatlıya döndüm.

Bugüne kadarki ziyaretlerimde Berlin’i hep daha da büyümüş gördüm, halen yeni inşaatları görmek mümkün. Duvar yıkılalı on yılı geçmiş olmasına rağmen halen inşaatlar devam ediyor ve devam da edecek gibi görünüyor. Çünkü halen Berlin’de Doğu Almanya zamanından kalma, şu anda içlerinde oturulmayan, dış cepheleri asbest ihtiva eden bir malzeme ile kaplanmış olan sosyal konutlar bulunuyor. Hükümet bu konutları çoktan boşaltırmış, bu sosyal konutlar şimdilerde yıkılmayı ve yerlerine yeni binaların yapılmasını bekliyor. Bölünmüş Berlin dönemini hatırlatan neler var diye sorarsanız, çok da fazla bir şey kalmamış diyebilirim. Halen oturulan yatayda oldukça geniş muhtemelen içinde küçük daireler bulunan büyük Sosyal konutları unutmamak lazım. Bunların dışında ise o zamanki Alexander Platz , Postdam, Tiergarten, Brandenburg ile bugünkü halleri arasında büyük farklar olduğunu düşünüyorum.

Berlin’in merkezinde gezilecek birçok yer var; Reichstag Parlamento binası, Avrupa’nın en büyük hayvanat bahçesi, Postdam, Kurfürstdamm, Alexanderplatz, Brandenburg kapısı, Unter den Linden caddesi, Prusya döneminin güzel yapıtlarından biri olan Charlottenburg Sarayı ve tabii ki Bergama (Pergamon) müzesi ilk anda aklıma gelenler. Bergama müzesi Berlin’de Müze Adası’nda bulunuyor ve 30’lu yıllarda inşa edilmiş. İçerisinde zamanında Türkiye’den çıkartılmış olan Bergama Zeus Sunağı ve Milet’in Pazar Kapısı gibi değer biçilemeyen muhteşem eserler bulunuyor. Eğer Berlin’i ziyaret edecekseniz Bergama müzesine mutlaka uğrayın diyebilirim.

Berlin Spree ve Havel isimli iki büyük nehrin arasındaki kumluğa daha doğrusu o zaman bataklık olan alana kurulmuş ve büyümüş bir şehirdir. Her zaman etrafında su olmuştur. Şehrin neredeyse tümünde nehir kolları görülürken, batısında, güneyinde ve güneydoğusunda büyük nehir kolları ve göller de bulunmaktadır. Bu bölgeler özellikle yazın gezmek ve tatil yapmak için güzel bölgelerdir. Nehir kenarında veya Göl kenarında otellerde konaklamak, nehirde tekne turu yapmak, kürek çekmek, balık tutmak, yelken yapmak ve yüzmek mümkündür. Merkezde geçireceğiniz birkaç günden sonra güney – güneydoğuya doğru giderek Köpenick ilçesinde Mügelsee gölü civarında birkaç gün tatilin iyi geleceğini şimdiden söyleyebilirim.

Berlin ayrıca bana göre Almanya’nın gece hayatında da en önemli şehri. Geleneksel kulüplerin yanında sıra dışı kulüp ve diskotekler görülebilir. Partiler, gösteriler, konserler, fuar ve sergiler ile güçlü bir kültürel yaşam vardır. Meşhur Berlin Filarmoni Orkestrası konserleri, Deutsche Oper’de sergilenen Operalar, Berlin Film Festivali, Jazzfest Caz Festivali ve şehirdeki 170 müze ile kültürel ve sanatsal yaşam oldukça canlıdır.

Yemek ve İçmek konusuna gelince ise Berlin oldukça geniş bir yelpaze sunmaktadır. Şehirde Mısır, Arap, Japon, Çin, Kore, Moğol, Afrika gibi mutfaklara sahip restoranların yanında birçok bistro ve kafede de hizmet sunmaktadır. Güçlü Türk nüfusundan dolayı Türk restoranlarını söylemeye gerek bile yok diye düşünüyorum. Barlarda hem içki içmek hem de yemek yemeninde mümkün olduğu söyleyebilirim.

Berlin’e seyahatin sizi mutlaka memnun edeceğine inanıyorum, seyahati sevenlerin, daha önce gitmiş bile olsa, Berlin’i tekrar seyahat listesine almalarını şiddetle tavsiye ediyor, iyi bir hafta sonu diliyorum

1 Mayıs 2012 Salı

AYAKKABI BOYACILARI

Ne kadar zamandır ayakkabılarınızı sokaktaki boyacılara boyatmadınız? Veya hiç bugüne kadar sokakta ayakkabılarınızı boyattınız mı? Bu soruda ne dediğinizi duyar gibiyim. Bu konuda yazmak nereden aklıma geldi diye sorarsanız, öncelikle hafta sonları özellikle bahar ve yaz aylarında Bağdat Caddesinde vakit geçirmeyi sevdiğimi belirtmek isterim. Hayatım boyunca Kadıköy’de yaşadığım için Bağdat Caddesi benim için yıllardır vakit geçirmek, dolaşmak, yemek, alışveriş yapmak gibi aktivitelerde bir numaralı yer olmuştur. Hafta sonları caddede dolaşırken Caddebostan ile Göztepe arasında yolun sağ tarafında hemen hep aynı yerde ayakkabı boya sandığı ile oturan yaşlı boyacı uzun zamandır dikkatimi çekiyordu. Boyacı önünde büyük bir sandık ve üzerinde küçük bakır kapaklı boya kutularının arkasında küçük taburesinde oturmuş müşteri bekliyordu. Eğer müşterisi ayakkabılarını çıkartarak boyatmak isterse diye bir çift plastik terliği de hazır etmişti. Güzel sandık üzerindeki motiflerle oldukça hoş bir şekilde boyacının önünde yerde duruyordu. Yaşlı boyacının hayat hikâyesini bilmiyorum ama kendi hayal gücümü zorlayarak kendisinin kıt kanaat geçinen, bir veya iki göz gecekonduda kira ödeyen, çocuklarını ki iki veya üç çocuk olabilir, okutmaya çalışan, belki kendi sağlığı belki ev ahalisinde sağlıkları bozuk olan fertler olan, doktor, ilaç konularında sıkıntılar yaşayan yani kısaca hayat mücadelesi içinde yuvarlanıp gitmeye çalışan ve bunları önündeki boyacı sandığı ile insanların ayakkabılarını boyayarak gerçekleştirmeye çalışan biri olarak hayal ettim ve ayakkabılarımı boyatarak ona yardımcı olmak istedim.

Fakat ayağımda spor ayakkabılarım olduğu için boyatma imkânım olmadığını fark edince bir an durup etraftan yürüyüp geçen insanların ayakkabılarına bakmaya başladım. Ne enteresandır ki etrafta hafta sonu yürüyen insanların hemen hepsi ya spor ayakkabı giymişler ya da boyatma ihtiyacı olmayan malzemelerden imal edilen ayakkabıları kullanıyorlar, ve bu yüzdende yaşlı boyacının ne yazık ki hiç müşterisi yoktu. Düşündüğümde gerçekten de artık ayakkabıların değiştiğini, bununla beraber insanlarında değiştiğini fark ettim. Artık aklımıza ayakkabılarımızı sokakta boyamak pek gelmiyor sanıyorum, belki turistik bölgelerde  Sultanahmet, Sirkeci, Çemberlitaş gibi semtlerde turistler sokakta ayakkabı boyatmayı otantik buldukları için veya otellerde yine turistler ayakkabılarını boyatıyorlar olabilir ama tüm Türkiye’de bu şekilde hayatını kazanmaya çalışan büyük küçük o kadar çok boyacı var ki. Evet, sadece büyükler değil, okula gidememiş çocuklar bu şekilde aile bütçelerine katkı yapmaya çalışıyorlar veya okula giden ve okul dışındaki vakitlerinde ayakkabı boyayarak ailesine destek olmaya çalışan yüzlerce binlerce çocuk olduğu pek aklımıza gelmiyor sanıyorum. Bu çocuklar, babaları onlara boyacı sandıklarını getirdikleri zaman kim bilir ne duygularla sandığı alıyorlar. Belki bir kısmı kaderine küsüp, okuyup iyi bir meslek sahibi olup ailesine vatanına iyi bir evlat olma hayallerini en derinlere gömüp, ailesine birkaç kuruş kazandırmak için sokaklara düşerken lanetler okuyacak, bir kısmı da belki en azından bu şekilde para kazanacağı ve ailesine yardım edeceği için mutlu bir şekilde sokaklarda dolaşıp kendine müşteri arayacaktır.

Ayakkabı boyacılarını unutmayalım, onlar hayatımızın birer parçası, onların yurdumuzun dört bir köşesinde hep gördük ve görmeye devam edeceğiz. Fırsat bulduğumuzda ayakkabılarımızı sokakta boyatalım. İnanın mutlu olacaksınız ve kendinizi iyi hissedeceksiniz.

Herkese mutlu, başarılı, sağlıklı bir hafta dilerim.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Merhaba,
Mayıs ayında Almanyanın başkenti Berlin hakkında bir yazı yazacağım. Belki birçoğunuz daha önce Berlin'i gezip görme fırsatı bulmuş olabilirsiniz ancak belki ben başka açılar yakalayabilirim, belki sizin göremediğiniz bazı şeyleri görebilirim. Umarım eğlenceli ve ilgi çekici bir yazı olur.
Herkese iyi, başarılı, sağlıklı ve mutlu bir yeni hafta dilerim.

22 Nisan 2012 Pazar

MUTLULUK

Sokaklarda ellerinde arabaları ve büyük torbaları ile çöp konteynerlerinden çöp toplayanlar sizin de dikkatinizi çekiyor mu? Mutluluk başlıklı bir yazıda çöp toplayanların ne işi var diye soranlara tavsiyem yazının sonuna kadar beklemeleridir.

Çöp toplayanlar sizinde dikkatinizi çekiyorsa, ağırlıklı olarak erkek olduklarını ki ben bugüne kadar birkaç kez kadınlarında bu arabalar ve büyük torbaları ile çöp konteynerlerini karıştırarak satılabilecek bir şeyler aradıklarına şahit oldum. Genelde gençler yani 12-13 yaş ile 30-35 yaşları arasında insanlar çöpten satılabilecek bir şeylerin peşindeler, bugüne kadar daha yaşlı insanların bu işi yaptığını ben görmedim. Çöp toplayanların enteresan şekilde arabaları birbirinin aynısı. Arabalar demir boruların birbirine kaynaklanarak oluşturduğu şasi üzerinde yine boruların birbirine kaynağı ile oluşturulmuş durumda. İki büyük ve uzun boru hem torbayı destekliyor, hem de arabayı sürerken direksiyon vazifesi görüyor. Arabanın altında da küçük tekerlekler yardımı ile araba yürüyor. Üstünde kalın ve büyük bir torba var ki toplananlar bu torba içerisine atılarak taşınıyor. Torbanın içi boşken biraz buruşuk duran torba içi doldukça şişiyor, daha fazla malzeme alabilsin diye arabanın sahibi torbanın içine girip ayakları ile malzemeleri çiğneyerek yer açıyor, böylece torba daha fazla mal alabiliyor. Bugüne dek birçok kez torbanın içinde tepinen ve yer açan çöp toplayıcıları gördüm. Dolu ve şişkin torba hemen her seferinde çöp toplayıcından da daha büyük ve iri oluyor, bu durumda koca torbanın üzerinde olduğu arabayı daha ufak tefek birinin çektiği komik bir durumda ortaya çıkıyor.

İstanbul’un yine kasvetli, yağmurun yağıp yağmamak arasında gidip geldiği gri renkli bir kış sabahında, herhalde İstanbul’daki şoförlerin çoğunun yaptığı gibi ana yollardaki ağır trafiğin içinde saatlerce beklememek için yan yollardan ofise doğru gitmeye çalışıyordum. Yavaş yavaş bu yan yollarında hepsinin artık keşif edildiğini ve buralarda da artık yoğun bir trafiğin oluştuğunu görmeye başladım. Etrafta yan yolda olmalarına rağmen trafik yüzünden ağır ağır ilerleyen arabalara ve şoförlerine bakmaya başladım. Hemen herkesin yüzünden düşen bin parça. Sabahları araçların radyolarında dinlenen yüzlerce radyonun eğlenceli, şakalı, fıkralı, müzikli, yarışmalı, ödüllü, reklamlı sabah programları bile insanların yüzünde bir gülümsemeye sebep olamıyordu. İnsanlar sessiz, somurtkan, yorgun be bıkkın bir şekilde trafikte ağır ağır ilerliyordu. Havayı az da olsa değiştirenler ise arabaların şoför koltuklarında oturmalarına rağmen ağır akan trafikte bir taraftan araba kullanırken diğer taraftan makyajlarını yapan kadın şoförlerdi. Soğuk ve kasvetli hava, insanı bezdiren trafik, günlük hayatın sıkıntıları, problemleri, insanların tolerans ve tahammüllerin azalmaları ile beslenen bu hava içinde yolun karşı tarafında iki çöp toplayıcı bir taraftan yüzlerinde müthiş güzel bir gülümseme ile arabalarını koşturarak bir birleri ile yarışıyorlar ve kahkahalar atıyorlardı. Konforlu ve güvenli arabalarımızın sıcak koltuklarında oturup somurtan bizlerin yanında,  ceplerinde belki 3-5 liradan fazla parası olmayan, evlerinde belki sadece sabah yedikleri bayat ekmek, tozlu çay ve kurumuş zeytinden başka yiyecekleri olmayan, belki akşam yemek yiyebilmeleri için gün içinde satılabilir bir şeyler bulup satmaları gereken, belki evlerinde bir sürü yaşlı veya çocuk , hayatında doktor yüzü görmemiş hastaları olan bu iki genç, oldukça mutlu bir şekilde gülerek arabalarını yarıştırıyorlardı, hızlanan yavaşça yandaki arkadaşına bakıyor, biraz geride kalan tüm gücüyle koşuyor ve arabasını koşturuyordu. İşte mutluluk bu dedim, elinde avucunda bir şey olmasa da gülebilmek, eğlenebilmek, arkadaşın ile yarışarak keyiflenmek. Bu çöp toplayıcılara mutluluk nedir diye sorsanız o anda kahkahalar içinde yaptıkları yarıştan bahsetmeyeceklerine dair bahse girmeye hazırım ama benim o anda aklıma ilk gelen “işte mutluluk ” oldu.

Hepinize sonsuz mutluluklar ile dolu bir hafta diliyorum, unutmayın mutluluk aslında hep sizin yanınızda, önemli olan onu bulabilmeniz, görebilmeniz ve hissedebilmeniz.        

20 Nisan 2012 Cuma

TAHRAN

1,5 günlük kısa bir iş seyahati sebebiyle bu güne kadar hiç gitme fırsatı yakalayamadığım İran’ın başkenti Tahran’ı ziyaret etme şansını buldum. Bu kısa gezinin ardından gördüklerimi bu yazıya dökmeye çalışacağım. Bu yazının yine amatörce yazıldığını da hatırlatmak isterim.

Tahran uçuşu öncesi Atatürk havaalanında her zamanki ritüelimin parçası olan CIP salonu ziyaretimi yaptım, saat olarak yemek saati olmadığı için biraz çerez, meze ve içecekler ile idare ettim. Bu arada Orta Doğu’ya uçuşların neredeyse tamamının geç saatlerde olduğunu da hatırlatmak isterim. Tahran uçağının kalkış saati 23.20 idi, başka birçok Orta Doğu uçuş noktasına da uçaklar saat 23.00’den sonra kalkıyor bunun sebebi ne olabilir diye düşündüğümde cevabım “herhalde Avrupa’daki havaalanlarına belli saatten sonra, şehirde oturanlar uçak gürültüsünden rahatsız olmasınlar diye, uçakların inmesine izin verilmediği için” şeklinde oluştu. Böyle olunca da havayolları uçakları daha verimli kullanmak adına gece geç saatlerde Avrupa’ya uçamayınca Doğu’ya doğru uçarak toplam kullanım verimini artırıyorlar. Uçakların sürekli havada olmaları gerekiyor, yerde duran uçak para kazanmadığı gibi para da harcıyor. Bu tabi benim tahminim, başka bir yazıda bu konu hakkında da bildiklerimi paylaşabilirim.

İstanbul-Tahran seferini Airbus 320 tek koridorlu bir uçak ile yaptım, kalkışı rahat bir uçak idi, tabi uçağın boş olmasının da belki bu konuda etkisi olabilir. 3 kişilik koltukta tek başıma olduğum için Ekonomi sınıfı ücreti ödeyip neredeyse Business sınıfı bir uçuş yaptım. Arada 3’lü koltuğa yatıp kestirmek de buna dâhil. Ancak koltuğa uzanınca, yani yatay durumda uçağın titreşimlerini daha fazla hissediyor gibi olduğumu da yazmadan geçemeyeceğim.

İnmeye yakın kabin görevlilerinin anonsu ile rahatsızda olsa uyku uykudur diyerek yattığım koltuktan kalktım ve şaşkınlık içinde Tahran’ın İstanbul ile saat farkı hakkında bilgi veren anonsu dinledim. Kulaklarıma inanamasam da Tahran ile İstanbul arasındaki saat farkı 1,5 saat! Evet, 1,5 saat fark var, nasıl oluyor diye sormayın herhalde bir bildikleri vardır. Ama ne zaman saatime baksam İran saati ile ne oluyor diye hesaplamaya çalışıp durdum 1,5 gün boyunca. İniş esnasında camdan ışık denizi şeklinde gözüken Tahran’a bakarken, ne kadar büyük bir şehir diyerek kendi kendime söylendim, otobanlar, evler, binalar ışıklar içindeydiler. Nüfus ne kadar sorusunu ertesi güne saklayarak inişi tamamladık. Bu arada inince uçaktaki başları açık olan tüm kadınların başlarına şal tarzı örtüler ile yarım örterek uçaktan indiklerini de söylemeden geçemeyeceğim. Tarz olarak bağlamadan kafanın arka tarafına doğru bir şal atarak ve ön taraftaki saçları açıkta bırakan bir şekilde örtünüyorlardı.

Yerel saatle 03.50 de havaalanına inince bir an önce pasaporttan geçip otelinize gidip yatmayı istersiniz değil mi? Ne yazık ki benim için Murphy Tahran’da da beni unutmamıştı, herhalde ilk kez İran’a giriş yaptığım için olsa gerek bir pasaport polisi pasaportumu alıp bir yerleri arayıp Farsça bir şeyler konuştu durdu, bende arada “daha ne kadar bekleyeceğim” tadında bir şeyler sorduğumda da “no problem, please have a seat” diyerek aslında “geç otur kardeşim” dedi. Neyseki yaklaşık 10 dakika bekledikten sonra pasaportumu alıp geliş salonuna indim. Değişik bir uygulama olarak ki çok az havaalanında görmüştüm, inince havaalanından çıkmadan valizlerinizi tekrar bir X-ray cihazından geçiriyorlar, sanıyorum gelenler ülkeye alkollü içki sokmasınlar diye alınmış bir önlemdir diye düşünüyorum. Havaalanından otele araba ile gitmek üzere yola çıktıktan kısa bir süre sonra otobanda hızla ilerliyorduk. Oldukça güzel bir otoban olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Aklımda kalan para gişelerinde daha OGS, KGS gibi sistemlere henüz geçmemiş oldukları ve halen nakit ödeme yaparak gişelerden geçtikleriydi. Saatin sabahın neredeyse beşi olmasından dolayı olsa gerek bomboş otobandan şehre ve kalacağım otele geldik. Çok güzel lüks ve yeni olduğunu tahmin ettiğim bir otel olan Espinas’da check-in yapıp oldukça geniş odama çıktım. Otel bana Ankara’da kaldığım ancak ismini hatırlayamadığım bir oteli hatırlattı. Ankaradaki otel gibi Espinazda da otelin ortası boş bir galeri şeklinde zeminden çatıya doğru yükselirken, odalar çevreye yerleştirilmişti. Otelin ortası boş bir alan idi ve asansörlerin birer kenarı cam olup, otelin ortasındaki galeriye bakıyordu. Sonradan hatırladım, Prag’da kaldığım Hilton otelinde de böyle orta kısım bir galeriydi ama tabi çok daha büyük bir şekilde tasarlanmıştı. 

Tahran oldukça büyük bir şehir, gün içinde şehir dışından çalışmaya gelenler ile nüfusun 14 milyon civarına çıktığı, geceleri ise yaklaşık 10 milyon kişi civarında olduğu söylendi. Kentin kuzeyinde dağlar var, zaten şehrin kuruluşu ilk kuzeydeki dağların eteklerine yapılmış. Güneye doğru devam ettikçe şehir düzleşiyor ki havaalanında güneyde bulunuyor. Sanıyorum şehir büyümesine güneye doğru devam ediyor. Tabi bu kalabalık beraberinde ciddi bir trafik problemi getiriyor, akşamüstünden itibaren yollar dolmaya başlıyor, ağır trafikte kural tanımaz İranlı şoförler biraz bizim gibi yolunu kendi almak için diğer araçlar ile gizli bir yarışa ve mücadeleye başlıyor. Bekleyen, diğer araçlardan yol isteyenlerin ne yazık ki Tahranda şansı yok. Biz böyle trafiğe ve böyle araba kullanmaya alışık olduğumuz için her hangi bir Türk Şoförün Tahranda rahatlıkla araba kullanacağına inanıyorum. Akşamüstü saat beş civarında Tahran’ın güneyine 40 kilometre mesafeli bir seyahat bir saatten fazla sürdü, umarın trafiğin boyutunu anlatabilmişimdir.

Tahran’ın kuzeyi ve güneyi arasında çok büyük farklar var, kuzeyinin zengin ve daha serbest olduğunu söyleyebilirim. Güzel ve lüks apartmanlar, lüks müstakil evler, lüks Alman arabaları, konsolosluk binaları, alışveriş merkezleri, güzel restoranlar Tahran’ın kuzeyinde. Gerek lüks apartmanların, gerek lüks müstakil evlerin önlerinde bahçeler var ve yüksek, gösterişli, büyük bahçe kapıları ile inşa edilmiş. Devrimden önceki adı Pehlevi Caddesi olan ve şimdi adı değişmiş olan güzel cadde iki tarafındaki yüksek ağaçlar ile bana Dolmabahçe caddesini hatırlattı. Bu bölgede ciddi sanat faaliyetleri de yapılıyor. Sinema müzesi, Açık hava güzel sanatlar müzesi gibi yerlerde resim sergileri, kitap sergileri, cafe ve restoranlar birçok kızlı erkekli gençlere hatta sadece kızların olduğu gruplara ev sahipliği yapıyor, buralarda gençler sosyalleşiyor ve hayattan zevk almaya çalışıyorlar. Buralarda cıvıl cıvıl, sanatı seven, okuyan, müzik dinleyen, resim sergilerini gezen bir gençlik görmek beni gerçekten mutlu etti. Buradaki gençlik İran deyince aklımıza gelen tam kapalı, bağnaz, gericilere benzemiyor.  Örtünme tarzları daha önce anlattığım şallar vasıtasıyla yarım gerçekleşiyor. Güneye gittikçe ise inşaat kalitesi düşmeye başlıyor, daha ucuz, renksiz, ruhsuz ve sevimsiz binalar gelir seviyesinin daha düşük olduğunun da bir işareti, insanlar daha kapalı, çok daha muhafazakâr, rejime kökten bağlı. Kara çarşafı içinde kiminin sadece gözleri kiminin sadece yüzü gözüken kadınlar çoğunlukta. Dolayısıyla kuzey ile güneyin arasında ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum. Bu arada sokakta yüzünde, genellikle burnunda bandajlar olan bir çok kadın gördüm. Şafak Pavey’in kitabında da yazdığı gibi özellikle Tahran’da estetik ameliyat olmak çok moda olmuş durumda. Genetik olarak etrafta kadın erkek hep iri burunlu insanlar gördüğümden herhalde en fazla burun estetiği yapılıyordur diye düşündüm.

Öğrendiğim kadarıyla şu anda facebook, twitter, youtube gibi sosyal medya mecralarına ulaşım mümkün değil, birkaç sene önce gençler bu mecralar üzerinden örgütlendikleri için şu anda bunlara erişimleri yok. Televizyon deseniz İran resmi televizyonunda yayınlar hep devlet tarafından kontrol ediliyor, fakat binaların hemen hepsinde çanak antenler mevcut ve dediklerine göre yasa dışı olmasına rağmen hemen herkes uydudan yabancı kanalları izliyor. İzlenen yabancı kanalların başında da Türk kanalları ve Türk dizileri geliyor, maşallah bizim dizileri bende daha iyi biliyorlar. Reklam olmasın diye dizi adlarını yazmayacağım ama bizde popüler olan tüm diziler orada da izleniyor. Zaman zaman hükümetin baskıyı artırıp tüm çanak antenleri topladığını da duydum ama bir süre sonra antenler yine kuruluyormuş. Bir çanak antenin insanları nasıl dünyaya bağladığını görmek enteresan bir duygu, insan sürekli elinin altında olanların değerini sanıyorum unutabiliyor. İran’daki çanak antenler burada iyi bir örnek oldu diye düşünüyorum.

Tahran’daki otomobillere baktığımda Peugeot’un yerli İran markaları dışında ithal markalarda açık ara lider olduğunu gördüm, hep eski modeller olmak üzere, birçok Peugeot gördüm. Sonradan öğrendiğim kadarıyla Peugeot İran’da fabrika kurmuş ve anladığım kadarıyla Avrupa’da eskiyen modellerin kalıplarını İran’daki fabrikasına göndermek suretiyle orada low cost araçlar üreterek pazarda satıyor. Aklıma tabi hemen Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın eski model 504 Peugeot arabası geldi.  Peugeot yanında Toyota, Hyundai gibi arabalar ve tabi birçok yerli marka arabada kalabalık Tahran sokaklarında boy gösteriyordu. Yerli arabalar genelde küçük, üzerinde çok fazla özellik olmayan, ucuz modellere benziyordu. Alımlı, gösterişli ve pahalı Alman arabaları ise daha çok Kuzey Tahranda sokaklarda gezmekteydi.

Birazda yemeklerden bahsetmekte fayda var diye düşünüyorum. İnanın İran’da yemek konusunda hiç problem yaşamazsınız. Bize oldukça yakın bir mutfakları var, ağırlıkla kırmızı et ve pilav hemen her gün yenen yemeklerden. Tavuk ve İran körfezinden gelen balıklarda sofraları süslüyorlar. Domates ve yeşilliklerle yapılan salatalar, cacık, patlıcan köz, mücver, kebap, şiş gibi yemekleri bulmak çok kolay, sadece yemekten sonra tatlı yeme alışkanlığının olmadığını söyleyebilirim. Bir de tabi restoranlarda alkollü içkiler bulunmuyor, isteyenler alkolsüz bira içebiliyor.

İran’da oldukça fazla Azeri ve Azeri kökenli İranlı yaşıyor ve Azeri Türkçesi biliyorlar. Bu sayede onlarla konuşmak ve anlaşmak çok kolay, sanıyorum Türk dizilerini de izleyerek Türkçelerini oldukça geliştirmişler. Rahatlıkla konuşabiliyorsunuz. İranlılar ise Farsça konuşuyor, bazı kelimeler Türkçeye Farsçadan geçtiği için anlayabiliyorsunuz ama Farsça tüm konuşmaları anlamak mümkün değil. Örneğin tahkikat, mesken, rehber, mürşit, tevellüt gibi kelimeleri Farsçada duymanız mümkün.

Evet, böylece seyahatimin sonuna geldim, dönüş yolunda uçağımın kalkış saatinden yaklaşık 2,5 saat önce havaalanına gidip, çok kısa bir zamanda biniş kartımı almama rağmen, pasaport işlemleri için girdiğim sırada neredeyse 1,5 saat bekledim. Hem insanların tüm nezaket ve uygarlık kurallarını hiçe sayarak pasaport kuyruklarına yandan ve önden girmeleri, “kaynak” yapmaları ve bu sayede kuyrukların hiç ilerlememesi, hem de pasaport polisinin ülkeden ayrılan insanların pasaportlarını dakikalarca incelemeleri, pasaport bilgilerini ağır ağır bilgisayara girmeleri sebebiyle uzun bir süre ayakta kuyrukta beklemek oldukça kötü ve dayanılmaz idi. Sırf bu sebeple uçağımızın 1 saatten fazla rötar yaptığınıda söylemeden geçemeyeceğim. Neyseki dönüş uçağımız çift koridorlu bir A330 idi ve 2 saat 50 dakikalık güzel bir uçuştan sonra İstanbul Atatürk havaalanına teker koyduk. Son olarak da Tahran’da uçağımızın kapıları kapanır kapanmaz İranlı kadınların başlarını açtıklarını, servis başlayınca da şarap, bira alkollü içki ne varsa ısmarladıklarını, unutmadan, eklemek istiyorum.

Bu kısa gezi hakkında yazdıklarımın hoşunuza gideceğini umarak sizlere iyi bir hafta sonu diliyorum.